Nerede o günler?..

12 Mart 1971 Sıkıyönetim Mahkemesi’nde dava sürerken bir gün Bekir Berk ağabeyin cebine dışarıdan birisi bir pusula koydu.

Bu sırada Savcı Nurettin Soyer’in adamı Teğmen Aydın bunu fark edince hemen Soyer’e söyledi. O da Bekir ağabeyin üst araması yapılmasını istedi. Böylece pusula ele geçti. Aslında teselli mahiyetinde bir şeydi. Ama Ahmed Feyzi Kul ağabey, bir âyetin cifri hesabını yaparak, artık 1971 yılının, başımıza gelecek musibetler açısından son sene olacağını söylüyordu. Hemen Soyer bunu gazetecilere duyurdu. Öbür gün bir gazetede “Bu sene Nurcular devlet kuracakmış” diye manşet oldu. Mahkemede bu yalan habere itiraz edildi.

Ben beş ay hapisten sonra mahkemenin ilk gününde öğrenci olduğum ve eylül imtihanlarına girebilmem için tahliye olduğumdan dolayı o zaman dışarıdaydım.  Yapılan istişare üzere Ahmed Feyzi ağabeye İzmir’e uğramamasını ve dışarılarda dolaşmasını istirham etmek üzere haber gönderdik. Çünkü zaten 54 kişilik davada birbiriyle hiç ilgisi olmayan gruplar vardı. Bir grup, askeri hapishanede Bekir Berk ağabeyi öldürmek üzere saldırmışlar ve Hocaefendi araya girerek kurtarmıştı. Ahmed Feyzi ağabeyin Afyon Mahkemesi’ndeki davadaki ateşli müdafaasını biliyorduk. Mahkemenin meydan muharebesine dönüp ortalığın iyice karışacağından endişe ediyorduk. Onun kimseden çekineceği yoktu. Onun mübarezevâri müdafaa şeklinin sıkıntı doğurması iyi olmaz diye tahmin ediyorduk. Zaten Savcı Soyer bizi yok etmek isteyen bir düşman tavrındaydı. 163. maddeye râzı değildi. 146’dan idam edilmemizi istiyordu. Afyon Mahkemesi’ndeki ismindeki şaheser müdafaasında Ahmed  Feyzi ağabey de şöyle diyordu: “Bir insana hüsn-ü zan etmek ve kıymet vermek, herkesin şahsî bir kanaatidir. Biz Bediüzzaman’ı zamanın en yüksek din âlimi biliyoruz. Din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz. (…) Âhir zamanda hadisin haber verdiği şahısların (deccal-süfyan gibi) şahısların meselesine gelince; bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık, bunların aslı dinde mevcuttur. (…)  Biz ki, Allah’a, Resulü’ne ve Kur’an’a inanmışız; şimdi bu imanın ve Peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak, kendimizi ebedî helâkten kurtarmak için çalışmayalım mı? Etrafımızda olup bitenleri görmeyelim mi? ‘Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlikelere düşen nesil biz olmayalım!’ diye bunları mevcut dini hakikatlere tatbik cihetlerini göstermeyelim mi? Biz de önümüzdeki müsbet delilleri ve Allah’ın varlığına bizi sevk eden, delilli, hüccetli ilmî hakikatleri görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük medeniyet  gereği ve irfan şiarı sayarak dinimizi terk etsek, acaba ebedî helâkten bizi kim kurtaracak? Bunu düşünmeyelim mi? Bu zihniyette olan, Kur’an’dan ve O’nun hakikatlerinden üstün bir şey tanımayan bir insan, sırf fâni cezalar korkusu ile kendini ebedî helâke atar mı? Yahut fani bazı kıymetlere değer verir mi? Allah ve Resulü’ne ve dinine hizmet vazifesinden vazgeçer mi? İşte bizi Bediüzzaman’a bağlayan hakiki âmiller bunlardır. Başka dinî bir menba var mı ki, biz ruhumuzun bu ezelî ihtiyaçlarını onunla teskin edelim?”

Arkadaşlarımız Ahmed Feyzi ağabeyle karşılaşınca, savcının durumunu da anlatarak, biraz tedbirli olmasını istirham etmişler. O da “Nerede  o günler!.. Beni bir kere mahkemeye çağırıp, konuşma imkanı verseler,  ben onlara Mehdi’yi, Deccal’ı  gösteririm. Benim Allah’tan başka kimseden korkum yok!” meâlinde sözler söylemiş…

İzmir’de korumalı çiftlikler, saltanatlar edinen o savcıdan hiçbir şey kalmadı. Bir kanser savurup aldı götürdü. Ama Ahmed Feyzi’lerin söyledikleri ve yazdıkları okunup duruyor hem de bütün tazeliğiyle…

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.