Yanlışları görmezsek nasıl düzelteceğiz?

Sevindirici, üzücü, şaşırtıcı çok karmaşık izlenimlerim var Mekke’den. İlki hac ibadetinin özünü ve o özün nasıl özümsendiğini gösteren bir hikâye. İkindi namazı sonrası tevafuken yanında saf tuttuğum birisi ile konuşuyoruz. Afrika ülkelerinden birine göç etmiş tüccar. Anadolu insanı. “Nerede kalıyorsunuz?” dedim muhabbetin akışı içinde. Aldığım cevap şaşırtıcıydı.

“Kâbe’de” dedi. Eşi ve annesi de yanında. Vizesinin son dakikada çıkmasının ne kadar etkisi var bilmiyorum ama bunun şuurlu bir tercih olduğunu söyledi. Benim meseleyi yanlış anlama ve yorumlama ihtimalimi de nazara alarak hemen ilave etti; “Para sorunum yok. İşadamıyım. Fakat bu benim iradi tercihim.” “Neden” dedim? “Otelde kalınca insan Kâbe’den kopuyor; iki yıl önce de gelmiştim, yine Kâbe’de kalmıştım. Böylesi çok güzel.”

Baktım, gözleri doldu ve sustum. Sözü daha ileriye götüremedim. Banyo ihtiyacınız, eşyalarınız vb. insani şartlarda yaşam için sıradan soruları sormaya başlasam, o hava bozulacaktı. Belki de içten içe bana acıyacak; “Yahu ben ne diyorum, sen neden bahsediyorsun. Ben yâr diyorum, sen ağyârdan diyorsun.” diye iç geçirip halime acıyacaktı. Şahsi muhasebe ve murakabemin içine dalmayı tercih ettim. Oradan ayrılır ayrılmaz yanımda bulunan eşimle paylaştım. Şimdi de sizinle paylaşıyorum. Bir ruh işi bu. Kalp işi. Gönül işi. Seviye ve idrak işi. O ruha, o kalbe, o gönle sahip olmayan, o idrak seviyesinde, Kâbe ve Kâbe’nin sahibi ile aşk-meşk ilişkisi yaşamayan anlamaz bunu.

Müslüman’ın Müslüman’a yaptığı

İkinci izlenimim üzücü. Avrupa’nın bir ülkesinden gelmiş. İhtida etmiş bir Müslüman. Görme özürlü Müslüman bir bayanla evlenmiş. Eğitimli ve kültürlü birisi. İslâm dinini seçmesi şahsi tercihi. Görme özürlü bir bayanla evliliği de bu tercihin uzantısı. Kalbini Allah bilir ama belki de fedakârlık. Aktarmalı gelmişler Mekke’ye. Aktarma yapacakları ülkede uçak tam 10 saat tehir etmiş. Cidde’de pasaport işlemleri 7 saat sürmüş. Ve nihayet Suud’da hac zamanında uygulanan sistem gereği, kafile otobüse bindikten sonra kendilerini Mekke’ye götürecek otobüs şoförünün pasaportları teslim alması ise bir saatte mümkün olmuş. O bir saatte kliması çalışmayan otobüste hapis hayatı yaşamışlar.

Sonuç; bardağı taşıran son damla olmuş bu son hadise ve isyan etmiş o mühtedi Müslüman. Otele varır varmaz ihramını çıkartıp her şeyden vazgeçmiş. Kendisini odasına kapatmış. “Müslümanlar buysa, böyle din olmaz olsun” noktasına gelmiş. Bayramdan iki gün önceye kadar durum buydu. Kafiledeki arkadaşları onu iknaya çalışıyorlardı. İslâm ile Müslümanları birbirinden ayırt etmenin gerekliliği karşılıklı muhabbetin -isterseniz ikna çabaları deyin- ana konusunu oluşturuyordu. Sonucu öğrenemedim.

İki cümleyle dahi olsa yorum yapmaya kalemim varmıyor. Ama şu kadarını söyleyeyim; mezkûr şahıs ilk değil. “Hacca gelmeden önce İslâm’a girmemiş olsaydım, bu hali gördükten sonra katiyen Müslüman olmazdım” şeklinde mühtedi beyanlarını duyardım da, bunun ne manaya geldiğini söz konusu örnekle birleştirince çok daha iyi anladım. Kaldı ki görüştüğüm bazı kişiler, her yıl benzeri hadiselerin yaşandığını aktardılar bana. Sebep, meydanda. Organizasyon bozukluklarının yanı sıra Müslümanların hal-i pür melali. Temizlikten başlayıp mataf alanında, Mina’da, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mescid-i Nebi’de, çarşıda ve hatta otelin yemek salonundan asansörüne kadar uzayan mekânlardaki ikili ilişkiler, küçük bir değişiklikle “Müslüman’ın Müslüman’a yaptığı eziyetler”.

Üçüncü izlenimim Allah’ın huzurunda olma şuurunun bizi sürüklemesi gereken hal. O halden ne bir iz ne de eser var ortada. Düşünün, zamandan ve mekândan münezzeh Allah’ın “evim” dediği yerde bulunuyorsunuz. Bazılarının dediği gibi Kâbe’de Kâbe’nin sahibini ziyaret ediyorsunuz. Her ziyaret gibi bu ziyaretin de bir adabı olmalı. Nitekim var. Peygamber Efendimiz’in huzurda bulunmaya ait anlattığı ve bizatihi yaparak, yaşayarak gösterdiği şekil şartları var, şöyle yapın, böyle yapmayın diye açıkça emir ve yasakları var; bunlardan öte Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tabiriyle tavafta tavaflaşması, namazda namazlaşması diyebileceğimiz işin özünü, ruhunu gösteren ahvali var. Var ama bugün istisnalar hariç bu ahvalden geriye kalan hiçbir şey yok. Bunun yerine Mekke’de yaşamayanlar için namazdan daha faziletli olan tavafta telefonla konuşmalar var, malayani muhabbetler var, cep telefonlarıyla sürekli çekilen resimler var, tekerlekli sandalyelere çarpmamak için gösterilen özen sonucu dağılan dikkatler var; Haceru’l-Esved’i öpmek için hem de ihramlı iken Müslüman’a eziyet etmeyi tabii hak olarak gören, önüne çıkan muhatabını kim olursa olsun iri cüsseleri ile sinek gibi ezip geçenler var. Ve daha neler neler.

Hiç istisnası yok mu? Binde bir istisnaları elbette var. Nitekim akşam namazı öncesi böyle birisine denk geldim. Metaf alanının oldukça gerisinde, Kâbe’ye baka baka ellerini açmış, gözyaşları içinde dua eden birisini gördüm. Eşime işaret ettim. Gittik, sessizce arkasına oturduk ve dakikalarca o gözyaşları içinde dua etti, biz de amin dedik. Ne diyordu duasında bilmiyorum ama o gözyaşlarına, o sesli-sessiz arası yakarışlara amin denirdi. Sonra dayanamadım, bu anın resmini çekeyim dedim ve kenardan onun huzurunu da bozmayacak şekilde bir kare fotoğraf aldım.

Yanlışları görmeliyiz ki…

Bu devran böyle devam mı eder? Bilmiyorum ama sanki devam edecek gibi. Birlikte gittiğimiz bir arkadaş bunu bana sordu. Bir saniye bile düşünmeden cevap verdim. Soru şu: “İlk gelişinizle bu gelişiniz arasında bir fark var mı?” Cevabım tek kelimeyle “yok”. İkinci soru; “Aynı mı yoksa gidişat iyiye mi, kötüye mi?” Cevabım, bu defa iki kelime: “Daha kötüye.”

Sözün akışı içinde bir başka yanlışa işaret edeyim; “Yanlışları görmeyeceksiniz; burası sabır mekânı” gibi klişe sözler. Kurtarıcı simit gibi bu sözlere yapışanlara bir sorum var; nereye kadar görmeyeceğiz? Görmezsek nasıl düzelteceğiz? İçimi karartıyor bu sözler benim. Yanlışların üzerini örtme, yeni yanlışlara zemin hazırlamayı beraberinde getiriyor. Halbuki görmeli ve konuşmalıyız ki merkezine insani standartların konulduğu, ibadetin beden ve ruh bütünlüğü içinde yapılabildiği düzenlemelere geçelim. İnsanımızı teker teker eğitmeye, organizasyon yapılanmalarına başlayabilelim. Aksi halde ne ibadet yapma, ne yapılan ibadette kalbin ve ruhun yer almasını sağlama imkânı olmayacak. Sistem ve organizasyon bozuklukları da bu sene olduğu gibi binlerce insanın ölmesine neden olacak.

İyi ama bir fert olarak ben ne yapabilirim ki? Bu devletlerin işi değil mi? Böyle düşünürsek yanlışları düzeltme adına mesafe alamayız. Devlet yetkilileri sistem adına üzerlerine düşeni yapsın, biz bir fert olarak kendimize düşeni yapmalıyız. İşe dini bilgi ve sosyal alanda ahlaki seviyemizi yükseltmeye niyet ederek başlayabilir ve ilk adımı atabiliriz.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.