Toprak ana konuşuyor

Kırgızistan’ın unutulmaz edebiyatçısı Cengiz Aytmatov, Toprak Ana isimli eşsiz romanında “İnsanlar savaşmadan, kavga etmeden yaşayamazlar mı?” sorusunun cevabında şöyle konuşturur toprağı.

İnsan olan herkesin, hem de her gün aklına gelen sıradan ve basit bir soru bu; ama cevap öyle değil. Cevap çok karmaşık. Keşke cevabı da soru kadar basit olsaydı. Olsaydı da insanlar savaşmadan, kavga etmeden yasayabilselerdi. Heyhat!

Toprak benim aksime sorunun çok güç olduğunu ifade ederek cevaba başlıyor. “Çok güç bir soru sordun Tolganay.” diyor önce. Ben ısrarlıyım. Soru basit, sade, sıradan ve kolay. Cevabı zor. Zaten cevabı zor olduğu için soruya zor diyor Toprak Ana. “Nice nice milletler savaş yolunda yok olup gittiler, nice nice şehirler yanıp kül oldu ve toprak olarak üzerimde insan ayağının izini görmek için yüz yıllarca beklediğim oldu. İnsanlar ne zaman savaş başlatacak olsa, onlara şöyle diyordum: “Durun! Kan dökmeyin!” Şimdi de tekrar ediyorum: “Ey dağların, denizlerin öbür tarafındaki insanlar, siz ki mavi göğün altında yaşıyorsunuz, savaş neyinize gerek? Ben toprağım, bana bakın! Ben her biriniz için aynıyım ve siz de benim gözümde eşitsiniz. Benim için önemli olan sizin sözleriniz değildir. Ben sizin dostluğunuza muhtacım, çalışmanıza, beni işletmenize! Saban izine bir çekirdek, bir tohum tanesi atın, size yüz katını vereyim! Evler kurun, temel olayım! Üreyin, çoğalın, hepinize güzel barınak olayım! Derinim, yükseğim, büyüğüm, ucum bucağım da yok. Hepinize yeterim ben…”

Barışın yolu…

Bu sözlerden sonra hedefi tam on ikiden vurur Aytmatov. “Sen bana insanlar, savaşmadan yaşayamaz mı, diyorsun Tolganay. Bu bana bağlı değil ki. Siz insanlara, niyetinize, irade ve bilgeliğinize bağlı.”

Gördüğünüz gibi en genel manada ve tek kelimeyle savaşın, kavganın nedeni, insan. İnsana gelince, her biri ayrı âlem. İstekleri, arzuları, hırsları, emelleri, beklentileri, öfkeleri, kinleri, nefretleri. Daha yüzlerce şey sıralayabilirim. Toprak Ana bütün bunları nazara alarak çözüm yolunu ‘insanın niyeti, iradesi ve bilgeliği’nden geçtiğini söylüyor. Doğru, insan behimî duygu ve düşüncelerini ancak niyet irade ve bilgeliğiyle alt edebilir; şehevî duygularını onlarla kontrol altına alabilir; aklını hissiyatına bunlarla hakim kılabilir. Eğer başarabilirse insan bu mücadeleyi, işte o zaman insan olur. Hakiki insan. Kâmil insan.

Öyleyse rahatlıkla hatta şeksiz ve şüphesiz şunu söyleyebiliriz, problem insanda. Onun kemal mertebeye çıkamamasında. Hayvaniyetinin mahbesinde sıkışıp kalıp, Kur’an’ın ifadesiyle “hayvan gibi, hatta hayvandan da aşağı” bir mertebede karardâde olmasında. Bakın ne diyor Kur’an: “Hayrın sürekli önünü kesenlere, haddini tecavüz edip saldıranlara, kötülük yapan zorbalara, ihtiraslarına esir olmuş, günaha dadanmış kaba, haşin, zalimlere.” (68/12-13)

Çok tanıdık geliyor değil mi bu vasıflar? Sanki dün ve bugün tarih sahnesinde yer almış ve hâlâ almaya devam eden birileri gözümüzün önünde cismen ve ismen canlanıyor değil mi? Cevap vermekte terettüp etmeyin, evet deyin yüksek sesle. Ben de size neden evet dediğinizin gerekçesi olarak şu ayeti hatırlatayım: “Elâ ya’lemu men halak?” O yarattığı mahlûkunu hiç bilmez olur mu?” (67/14) Şaşırmadınız değil mi delile? Şaşırmayın, çünkü “Kur’an, insana insanı anlatıyor.” Kendi kulaklarımla defalarca duydum Hocaefendi’den bu sözü: “Kur’an, insana insanı anlatıyor.” Bunun da en büyük delili Kur’an’ın ta kendisi. İlk ayetine baksanıza Kur’an’ın: ‘İkra’ kitabeke: Kendi kitabını oku.’

Sadede döneyim; Peygamberler işte bunun için gönderilmiş. İnsana insan olma yollarını anlatmaya, öğretmeye ve göstermeye gelmiş. Karşı çıkanlar olmuş. İtirazları itirazlar takip etmiş. Kendilerine hakiki insanlığa giden yolu açanlara, “Rahatımızı bozuyorsunuz, statükomuzdan ediyorsunuz, kurulu düzenimizi tahrip ediyorsunuz” demişler. Ve yeri gelmiş savaşa durmuşlar peygamberleri ile. Öldürmüşler onları.

Herkes mi? Hayır. Kur’an’ın anlattığına göre “Mümin-i Âl-i Firavun” gibi peygamberlere arka çıkanlar olmuş. Asiyeler çıkmış Firavun’un sarayında. Habib-i Neccar’lar çıkmış Hz. İsa’nın havarilerine Antakya’da. Ama o güruh bunları da iflah etmemiş. Ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapmışlar tıpkı peygamberlere yaptıkları gibi. Kundaktaki bebeğe, anne karnındaki cenine kadar uzayan eziyetler, işkenceler, baskılar, zulümler, kökünü kazımalar ve daha neler, neler. Hiç utanmadan. Yüzleri kızarmadan. Bugünün yarını var demeden. Allah’a nasıl hesap veririz endişesini taşımadan.

“Kur’an, insana insanı anlatıyor”  

Gördüğünüz gibi bugün de değişen bir şey yok. İnsan Toprak Ana’nın anlattığı hikayeyi yaşamaya devam ediyor. Devran değişiyor, insanlar değişiyor, mekanlar değişiyor ama her nedense insanın hikayesi değişmiyor. Değişmiyor, zira zulmün tabiatı bunu gerektiriyor. “Ben” üzerine kurulu dünyada, kurallar aynı şekilde işliyor: “Ya bendensin ya da düşmanım.”

Sözün burasında bir şeye işaret edeyim; öyle zalimler görmüştür ki bu dünya, “ya bendensin” de bir mana ifade etmemiştir zamanı geldiğinde ve o zalimler “sendenim” diyen insanlara da muhaliflere yaptıklarının aynısını yapmışlardır. Nasıl mı? Zalimler girdikleri zulüm yolunda insanları önce iki kampa ayırmıştır. Ama bu neticeyi elde etmek zaman ister. Onun için ağır ağır ilerlemişlerdir girdikleri yolda. Kendilerine biat edenleri maddi-manevi iltifatlarla ihya etmiş ve  arkalarında durmalarını sağlamışlardır.

Muhaliflere gelince, önce keskin muhalefet edenleri, biat etmeleri için daha önce tanıdığı şansları elinin tersiyle itenleri, yüksek sesle zulme ve zalime hayır diyenleri hiç tereddüt etmeden eziyet, işkence, baskı ile yok etmeye durmuşlardır.

Bir de pasif muhalefet edenler vardır. Yapılanların yanlışlığını idrak ediyor ama şu ya da bu gerekçe ile susuyor. Zulme destek vermiyor gibi gözüküyor ama susarak en büyük destekçilerinden biri olduğunun farkında değil. İlelebed devam etmez bu durum. Nitekim zamanı geldiğinde sıra onlardadır. Artık onların da keskin muhalefet edenlerden hiçbir farkı yoktur.

Fakat işin en garibi nedir biliyor musunuz, sürecin başından beri kendisini destekleyen taraftarlarına da döner zalimler en son duraktan bir önceki durakta. Zira mesele o aşamaya gelmiştir ki zulümleri savunma, destekleme yetmez, bizatihi zalim olmak gerektir. ‘Arife işaret kâfidir’ deyip serüveni burada bırakıyor ve son durağı sizin tarih bilginize ve irfanınıza bırakıyorum.

Ne yapılacak? Ne yapılacağını “Yürekler Acısı Dünya ve Diriltici Ruh.” başlığı ile yayınlanan Bam Teli sohbetinde Hocaefendi bir kez daha ifade etti. Şöyle diyor: “Dünden bugüne doğru dediğiniz şeyde elif gibi dosdoğru hareket etmek. Elif, Allah’ın isminin remzi ve Hz. Ahmet’in (sas) âyân-i sâbitedeki isminin remzidir. Allah ve Ahmed. Elif gibi dosdoğru olmak, dosdoğru kalmak, dimdik durmak. Dimdik olmak çok önemlidir. Ondan daha önemli bir şey varsa o da değişik şatafat karşısında her şeye rağmen o dimdik durmayı devam ettirmektir.”

Toprak Ana şöyle diyordu: “Sen bana insanlar savaşmadan yaşayamaz mı diyorsun Tolganay. Bu bana bağlı değil ki. Siz insanlara, niyetinize, irade ve bilgeliğinize bağlı.” Çünkü problem insanda. Nitekim “Yeryüzü problemi insanoğlu ile tanımıştır.” tespitiyle katılır bu kervana Hocaefendi. Ardından çözümünü şöyle ifade eder: “İnsanda başlayan problem insanda çözülür; insanla başlayan problem insanla çözülür.”

Write a comment

1 Comment

  1. hasan h September 7, 10:36

    Allah razı olsun. Kabiliyetime göre İstifade ettim.

Only registered users can comment.