Müsadere ve daru’l-harb

Bu konu ile alakalı yıllar önce birkaç yazı yazmış ve okuyucularımın birçoklarından “ezber bozan yazı” nitelemesi ile hem takdir hem de tepkiler almıştım.

Takdir edenler, yazdıklarından anlayabildiğim kadarıyla İslam hukukunda içtihadın ne olduğunu, hukukî kararları etkileyen veya belirleyen siyasî, iktisadî, askerî, dinî, ahlakî ve kültürel yapıların mahiyetlerini iyi bilen, zamanın ruhunu ve içinde yaşadıkları hadiseleri iyi okuyan kişilerdi. Bir başka ifadeyle İslam’ı asırlar öncesinde dondurmayıp günümüzde de yaşanılır kılmanın asgari şartlarına vâkıf insanlardı. Tepkilere gelince, siyasetin başat rol oynadığı devletlerarası münasebetlerdeki tutuma ve pozisyona yapılmış bir nitelendirmeden ibaret olan daru’l-harb ve daru’l-İslam kavramlarının kıyamete kadar geçerli ve onları değişmez/değiştirilemez kabul eden, Bediüzzaman’ın tabiriyle “skolastik medrese bataklığı” içine saplanmış zihniyete sahip olanlardı.

Müsadere ruhunun yeniden hortladığı ve acımasızca piyasaya sürüldüğü şu günlerde –ki ne zaman kaybolmuştu? Muhatapları değişse de o her zaman uygulamadaydı diyebilirsiniz ve yerden göğe kadar haklısınız- daru’l-harb söylemleri yeniden dolaşıma sokuldu. “Sokuldu” dememi hüküm cümlesi olarak algılamayın. “Zann-ı galip” için de kullanılabilir böylesi keskin bir beyan. Elimde, merkezî bir beyin olduğu, oradan böylesi bir kararın çıktığı ve uygulandığına dair somut deliller yok fakat aldığım e-mailler, hadiselere taraf olmuş insanlardan dinlediğim hikâyeler galip zan hatta kesin kanaat oluşturacak çoğunlukta. Onun için “sokuldu” dedim. İsterseniz bu söylemin her gün yeni boyutlarıyla gün yüzüne çıkan müsadere tatbikatı ile birlikte dolaşıma sokulduğunu düşünün ve meşhur klişeyi siz söyleyin: “Zamanlama manidar!”

Neden? Hemen cevabını vereyim; asıl amaç kamuoyunda taraftar toplamak, en azından taraftar kaybetmemek için algıyı olgunun önüne geçirme. Daha anlaşılır ve daha sade bir dille, yalanlarla gerçeklerin üzerini kapatmaya çalışma. İşte tam da burada kamuoyunun inanç, zihin ve düşünce haritasına ihtiyacımız var. Toplumumuzu bu bağlamda kabaca ikiye ayırabiliriz; dini ve dinî değerleri önceleyen, hayatını ona göre şekillendiren kesim ile seküler diyebileceğimiz, dinin birinciler kadar hayatında rol oynamadığı kesim. Zihin haritamız bu ise algı çalışmalarının da ikiye ayrılması gerekir.

Merkezî beyin, dindar kesimi ikna ya da müsaderelere karşı duyarsız kılmak için daru’l-harb, daru’l-İslam, fitne, sultana itaat vb. söylemleri öne sürüp, hikmetinden sual olunmaz’ın siyasî versiyonu olan “hikmet-i hükümeti” yeniden hortlatırken, ikinci kesim için 17/25 Aralık’tan beri dillere pelesenk olan “hükümete darbe, paralel devlet,” safsatalarını canlı tutuyor.

Daru’l-islam, daru’l-harb, daru’s-sulh

Daru’l-harb’e geri döneyim; dar Arapçada ülke demektir. Harb ise savaş. Daru’l-harb, savaş ülkesi; daru’l-İslam, İslam ülkesi demek. Aynı çizgide daru’s-sulh, daru’l-ahd gibi kullanılan başka kavramlar da var. Dikkatlice düşünecek olursanız mevcut kavramlar aslında kendi tanımlarını kendileri yapıyor. Daru’l-İslam, İslamî değerlerin öncelenip siyasî sisteme hakim olduğu, yöneticilerinin Müslümanlardan müteşekkil olduğu devlete verilen vasıftır. Tarihî uygulamalar da bunu doğruluyor. Daru’l-harb ise daru’l-İslam’ın savaş halinde bulunduğu ülkeye verilen vasıftır. Herhangi bir devletle savaş edilmesi kararını veren siyasî mekanizmalardır; bunun hukuka konu olması ve fıkıh kitapları içine girmesi verili durumu ifade için Müslüman hukukçuların kâğıt üzerinde yaptığı tasnifin sonucudur.

Sözün geldiği bu aşamada; “Savaş biter, barış anlaşması yapılırsa ne olacak?” sorusunu sorabilirsiniz. Cevabı çok basit, ülkenin statüsü değişmiştir, daru’l-İslam ile münasebetlerinin almış olduğu bu yeni şekle göre o ülkenin vasfı daru’l-harb’den daru’s-sulh’a geçiş yapar.

Buraya kadar yazdığımız düşünceleri ifade ederken çok basit ve çok sade bir dil kullanmaya çalıştım; çünkü yanlış bilen ve bu yanlış üzerinden iğfal edilen bir kitle var karşımızda. Doğrusunu söyleyerek yanlışı ifade ettim ama daha açık bir dille yazmam isteniyorsa yanlış şu; “daru’l-harb bir ülkeye verilen ve kıyamete kadar devam edecek bir statüdür.” Hayır, böyle değildir ve olamaz. Diyelim ki daru’l-harb dediğimiz ülke içinde yaşayan milyonlarca insan ile birlikte Müslüman olsa ve yönetim modelinde İslamî esasları merkeze koysa, o ülke hâlâ daru’l-harb olarak mı kalacaktır? Daru’l-harb fıkhı diyebileceğimiz kadar bir kemmiyete sahip içtihadi hükümler, artık daru’l-İslam adını almaya hak kazanan ülkede geçerliliğini koruyacak mıdır? Söz konusu isimlendirmelerde toprak mı asıldır yoksa insanların durumu, yönetim esasları ve daru’l-İslam ile olan münasebetleri mi?

Müsadere için ‘meşru’ zemin arayışı!

Halkımıza haksızlık etmeyelim; bu yaklaşımları destekleyen içtihatlar da vardır bizim fıkıh kitaplarımızda ama onların varlığı asırlarca devam eden savaş ve düşmanlık halinin uzantısı olarak o kitaplarda yer almıştır. Değişen siyasî şartlara bağlı olarak mezkur ahkamın değişmemesi, hukukun kendini yenileyememesi ve uygulanmıyor olmasının etkisiyledir. Kaldı ki bu durum bizim bugün yaşadığımız en büyük problemlerin başında gelir ve mesele daru’l-harb veya daru’l-İslam kavramları ile de sınırlı değildir. Burada içtihadî düşüncenin yenilenmemesi, ibadetler bir tarafa hayatın sair alanlarında İslam hukukunun asırlardır ölü bir hukuk olması, değerler hiyerarşisinde fıkhın aslî kaynaklarla yer değiştirmesi gibi çok köklü sorunlarımız var ama onlar ayrı birer makale ister. Şimdi daru’l-harb hakkındaki bu genel bilgilerden sonra zamanı ve tarihi dondurmuş, asırlar öncesinin kavramlarını değişen siyasî, sosyal, ekonomik şartlara rağmen günümüze taşıyan ve bütün bunları müsadereleri meşrulaştırmak için yapan skolastik medrese zihniyetine bazı sorular soralım: Türkiye daru’l-İslam mıdır, daru’l-harb mi? Daru’l-İslam ise devlet eliyle faizli bankacılık, içki üretimi, zinanın suç olmaması daru’l-İslam’da mahzuru olmayan şeyler midir? Eğer Türkiye daru’l-İslam ise daru’l-harb neresi? Fiilî savaş halinde bulunduğumuz düşman bir ülke olmadığına göre, kendi vatandaşlarını daru’l-harb ülkesinin insanı gibi görmek ne kadar meşru? “Onlarla savaş halindeyiz!” söylemi ile saf kitleleri iğfal edip, mallarının müsaderesinin meşrulaştırılmaya çalışıldığı ortada. O zaman bunun bir adım sonrasını soralım; kadınlarını ve kızlarını da cariye yapacak mısınız? Siyasî, dinî, ahlakî, vicdanî ve tabii ki fıkhî hiçbir temeli ve gerçekliği olmayan bu yaklaşımlarınız en nihai kertede muhalif gördüklerinizi hapishanelere tıkmak ve ardından ‘bunları niye besleyelim ki?” deyip öldürmenizle mi sonuçlanacak?

Nitekim siyasî tarafgirlikten gözü dönmüş, her şeye siyah ve beyaz olarak bakan, ‘ya dost ya da düşmansın’ mantığının temsilcisi bazılarının bunları seslendirdikleri de vaki.

Defalarca dediğim gibi söz çoktan bitti ve anlamını yitirdi. Devleti dönüştürme vaatleriyle hükümet olan İslamcılık ideolojisi, devleti değil önce kendisini dönüştürdü, klasik manada devletleşti; ardından da devletin içini boşalttı. Bu dönüşüm içinde içi boşalan bir başka şey maalesef din oldu. Ama bu manzarayı hâlâ görmeyenler var. Arapların dediği gibi diyeyim: “Ya selam!”

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.