Fethullah Gülen ve tekfir düşüncesi

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin iki hafta önce canlı yayınlanan ‘Sıfır Sorun’ başlıklı sohbeti tahmin edildiği gibi havuz medyası tarafından yine çarpıtıldı.

Bağlamından koparılarak, bütünlüğünden uzaklaştırılarak 3 yıldan beri ülkede oluşturulan menfi havaya destek verici bir malzeme olarak kullanıldı. Bunun nihai kullanım alanı yine tahmin edileceği üzere bir kısım siyasilerin karanlık emellerini – artık yaşanan bunca hadiseden ve 3 yıldan beri ülkemizin geldiği ve getirildiği yeri ayan beyan gördükten sonra ‘karanlık emel’ tabirini rahatlıkla kullanabiliriz – gerçekleştirmek ve bunun için bugün itibariyle ihtiyaç duydukları iktidarı koruma, oy devşirme, taraftar ütme, başkanlık sistemi, partili başkan, gerçekleri gizleme vs. adına kullandılar.

Ben bu yazıda bütüncül bir bakış açısı sergileyerek bazı noktalara değinmek istiyorum:

  • 2015 Kasım ayı başında yapılan seçimlerden sonra cemaate yapılan hukuksuz operasyonlar bütün hızıyla devam ediyor ama özellikle Güneydoğu’da cereyan eden ve tam anlamıyla bir iç savaş manzarasını netice veren, askerlerin müdahil olduğu terörle mücadele operasyonlarından dolayı Hocaefendi ve hizmet, siyasilerin konuşmalarında eskisi kadar malzeme olmuyordu. Fakat Kürt tarafı, PKK, Kandil, İmralı’nın- alanın uzmanı olmadığım için hangisinin doğru kullanım olduğunu bilmiyorum- çözüm masasına tekrar oturma niyetini açıklamaları, iktidarın istikrarla sürdürdüğü ötekileştirme, kutuplaştırma, iç ve dış dünyada düşman üretme ve kendini düşman üzerinden tanımlama politikalarında birden bire düşmansız kalmasını netice verdi. Öyle zannediyorum ki siyasilerin konuşmalarını kaleme alan metin yazarları bu boşluğun farkına vardı ve artık eskimiş, partallaşmış, kabak tadı vermiş ‘paralel’ safsatası yeniden devreye sokuldu. Havuz medyasının denize düşmüş, köşeye sıkışmış insan gibi can havliyle Hocaefendi’nin bu sohbetine sarılmasının başka izahı yok.
  • Paralel safsatasına sarılmanın ikinci bir nedeni de Miami’de gözaltına alınıp tutuklanan Reza Zarrab (veya Rıza Sarraf) oldu. Havuzun kirli sularından debelenenlerin şoku atlatıp suskunluklarını bozmasının ardından gazetelerdeki birinci sayfa manşetleri, köşe yazıları, TV yorumları bunun en büyük delili. Kamuoyunun yakından takip ettiği bu hadisenin detayları hakkında çok yazıldı, çizildi ve konuşuldu. Halen de devam ediyor ve edecek. Konuya ilgi duyanlara Reza Zarrab ve 17/25 Aralık yolsuzluk dosyaları konusunda fikri takip yapan, spekülasyonlara girmeyen, somut olgulardan hareketle yorum ve değerlendirmelerde bulunan 3 gazetecinin yazılarını tavsiye edebilirim: Aydoğan Vatandaş, İlhan Tanır, Tolga Tanış.
  • Sohbetin algılara konu edilen kısmı beddua. Malum Hocaefendi’nin 17 Aralık’ın hemen akabinde yaptığı ve mantıki bir boşluğunu görmediğim o yakarış, havuz medyası tarafında ‘beddua’ olarak nitelendirilmiş ve seçim meydanları, TV ekranları, gazete köşe yazıları ile yapılan propagandalar sonrası bu nitelendirme toplumda kabul görmüştü. Kirlenen zihinlerde var olan bu nitelendirme ve kazandırdıkları imaj, söz konusu sohbetle yeniden canlandırıldı. Ben meselenin dua, beddua, mülaane, muhavale tartışmalarına hiç girmeyeceğim ama ister eski isterse yeni sohbete bakılsın, orada meselenin Allah’a havale edildiği ve “Kim haklıysa” ya da “Kim haksızsa” çizgisinde duaya durulduğu görülecektir.
  • Bu yakarışın ümmeti bölmek ve parçalamak olarak nitelendirilmesi tam anlamıyla bir hezeyandır. Bununla “Duanın ya da bedduanın yapıldığı sohbeti bir bütün halinde dinleyelim, önünde sonunda ne var bir bakalım” demeyi dahi aklına getirmeyecek kadar muhakemesiz insanlar aldatılabilir, kandırılabilir ama gün geçtikçe maskelerin düşüp gerçek yüzlerin görüldüğü ortamda ümmeti gerçekten kimin böldüğü ve parçaladığı herkes tarafından gayet iyi görülmektedir. Yurt içinde iç düşman konseptini yeniden gündeme sokarak kendisine destek vermeyen herkesi hain ilan eden zihniyet ve bu istikamette kullanılan zehirli dil, Türkiye toplumunu parçaladı ve böldü. Arap baharı sonrası içine girilen halifelik rüyası, önce Orta Doğu sonra İslam dünyasının lideri olma istikametindeki hayallerin belirlediği Mısır, Suriye ve Irak politikaları da parçalı ümmeti daha çok parçaladı ve Osmanlı’dan kalma müspet imajımız da bütünüyle harap oldu. Hocaefendi ehl-i sünnet kategorisi içinde yerini alan bir alimdir ama o hiç bir zaman için bu kategorik yaklaşımdan hareketle başka Müslümanları dışlayan zihniyet sergilememiştir. Başka bir ifadeyle ‘hakikat tekelciliği’ yapmamıştır. Hiç ama hiç “Sadece benim dediğim doğrudur. Tercih ettiğim yol yoldur, başkaları batıldır ve dalalet içindedir” dememiştir. Ne ilmi açıdan ortaya koyduğu ayet ve hadis eksenli yorumlar özelinde ne de İslam’a ve insanlığa hizmet için ortaya konan modeli adına bunu söylemiştir. 70 yıldan beri vaazları, sohbetleri, yazıları yazılı ve görsel olarak kayıt altındadır. Yine 70 yıldan beri hizmet kervanında yerini alan yakın arkadaşları, talebeleri hayattadır. Mezkur ithamı destekleyecek bir söyleme veya davranışa şahit olmamışlardır.
  • Madem ehl-i sünnet dedik, teorik planda bazı hatırlatmalarda bulunalım ve kimin nerede durduğunu daha iyi görelim. İtikadi bağlamda ehl-i sünnetin en büyük iki sınıfından birisi Maturidi akidesini kabullenenlerdir ve İmam-ı Maturidi’ye göre imamet yani devlet başkanlığı ve devlet yönetimi dinen vacip değildir. Ona göre imamet –siz siyaset de diyebilirsiniz- aklen vacip olan bir olgudur. Zira İslam’dan önce de devlet vardır ve insanlar belki de ilk insandan bu yana birlikte yaşama adına böyle bir sistemi inşa etmiştir. Adına ister devlet deyin ister başka bir şey. Son tahlilde netice değişmemektedir. İnsanların birlikte yaşamaları için kanunlar, kurallar vaz’ etmesi ve bunları toplum adına takibini yapacak idarecileri tercih etmesi aklı bir zorunluluktur. Din ile alakası yoktur. Ama Şia bunun tam tersini söyler. Şia’ya göre: “İmamet/devlet başkanlığı dini bir meseledir ve nübüvvetin devamıdır. Onun için Hz. Peygamber Hz. Ali’yi yerine naip olarak bırakmıştır. Ama ilk üç halife ve ona destek verenler bu hakkı ondan gasp etmiştir.”. Daha ötesi var. Şia’ya göre: “Madem imamet nübüvvetin devamıdır, öyleyse imamlar da peygamberin varisleridir. İmamların masum olmasının temel gerekçelerinden biri de budur. Çünkü Peygamber masumdur ve masundur; varisi olan imamlar/devlet başkanları da masum ve masundur. Hatta masumiyet ve masuniyet imamlar için Hz. Peygamber den daha çok gereklidir. Çünkü Hz. Peygamber yanlış yaptığında vahy onun yanlışlığını düzeltiyordu ama vahy Hz. Peygamber ile son bulduğu için imamların böyle bir şansı yoktur. Öyleyse masumiyet ve masuniyeti imamların ayrılmaz vasfıdır.” Sözün özü; Şia’ya göre imamlar hata yapmaz vesselam. Şia’ya ait bu temel kabuller öyle zannediyorum ki bazı zihinlerde bazı çağrışımlara kapı aralamıştır. Mesela; “Ona dokunmak ibadettir.” “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan lider.” “O ikinci peygamberdir”, “Halife-i Ruy-i Zemin” “Onun için her gün iki rekat şükür namazı kılmalı.” Ve daha yakınlarda söylenen; “O anlatılmaz yaşanır” söylemi. Mideniz kaldırmıyor, farkındayım. Kestim.
  • Ehl-i sünnetin şemsiye bir kavram olması konusuna geri dönüp hakikat tekelciliği adına bir hususa daha işaret etmek istiyorum. Bizim kullandığımız anlamda değil ama ilk defa ehl-i sünnet tabirini hicri 110 yılında vefat eden Muhammed b. Sirin söylemiştir. Istılahi manada ehl-i sünnet tabiri ise, Hicri 3. yılın sonunda fıkhi ve kelâmi mezheplerin teşekkülü dönemi sonrasına rastlar. Hulefa-i Raşidin, Emevi ve Abbasilerin ilk yüzyılındaki iç savaşlar sonunda ortaya çıkan siyasi kargaşalar, itikadi tartışmaların kapısını aralamış ve iman-amel birlikteliği ya da ayrılığı, tekfir, kader ve kaza, Kur’an’ın ezeliliği gibi bugün kelam ilminin konuları arasında giren şeyleri gündeme getirmiştir. Dile getirilen fikirler etrafında zamanla mezhepler teşekkül etmiş ve Harici, Selefi, Mürcie, Kaderiye, Mutezile, Eş’ari, Maturidi, Şia gibi oluşumlar hayata intikal etmiştir. Bunlar arasında siyaseti/imameti merkeze koyan zihniyete sahip olan sadece ve sadece Şia’dır. İşte ıstılahi manada ehli sünnet, imameti nübüvvetin olarak görmeyen her kesimi ifade için ortaya atılmış şemsiye bir kavramdır. Çıkış noktasına bakınca ehli sünnet derken aslında kast edilen budur. Tarih içinde bunun anlam kaybına maruz kalması ve bugün çok farklı biçimlerde kullanılması ayrı bir bahis. Ehli sünnet içinde o yoğun fikri tartışmalara esnasında bizim gördüğümüz şey şudur; çoğulculuk ve çeşitlilik esastır. Herkes sonuna kadar düşünce ve ifade özgürlüğüne sahiptir. Görmediğimiz şey ise bu kıyasıya devam eden ve birbirlerine yüzde yüz zıt düşünceler ileri süren tarafların birbirlerini tekfir etmemeleridir; dışlayıcı bir dil kullanıp muhataplarını din dairesinin dışına çıkartmamalarıdır. Hatta bunlar arasında karşılıklı iletişim ve etkileşimler söz konusudur. İmam-ı Eş’ari 40 yaşına kadar Mutezili’dir. İtikadi açılardan bir meselede de Mutezili görüşünü benimseyen birisi, bir başka meselede Maturidi veya Eş’ari’nin görüşünü benimseyebilir. Benimsemiştir de. Şimdi bu gerçek ortada dururken ve kaydettiğim bu bilgileri biz kendisinden öğrenmişken Hocaefendi’nin mezkur çerçevenin dışına çıkıp İslam’a ve insanlığa hizmet etme bağlamında kendi metotlarını kabul etmedi diye, siyasi görüş farklılığına sahip diye başkalarını küfürle itham etmesi mümkün değildir. Hasılı; ne ümmeti parçalama, ne siyasi görüş ayrılığından dolayı Müslümanı tekfir etme, ne eldeki imkanlarını kullanaraktan birilerine zulüm etme Hocaefendi’nin semtine uğrayamaz. İhtimal birileri aynaya bakıp kendilerini görüyor, alemi kendileri gibi sanıyor ve muhakemesiz insanları ilelebet kandırırım düşüncesiyle konuşuyor, yazıyor ve çiziyor…

 

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.