Arif Özutku
Eski Yazıları
- Hakikate ermek için bugünleri görmek gerekiyormuş
- Takke Düştü, Kipa Göründü
- Evrensel barış artık hayal değil
- Efendimiz’in, Dindar Nesilden Anladığı
- Gözümüz aydın, paralel Türk Okulları geliyormuş
- Mevlana Yürekli Öğretmenler
- Kayyımları Eğitim Kurumlarına Gönderenler Kendilerinden Ne Bekliyorlar?
- Obama’nın Türk Okulları’nda Gördüğü
- Evdeki Yangın, Mutfaktaki Girdap
- Fehmi Koru’ya Cevap
- Daha eski yazılarını gör...
Türkiye’nin yıkılmayan adamı tartışmasız Hocaefendi’dir
Casuslar Köprüsü, Spielberg tarafından yönetilen, 2015 Amerikan yapımı tarihi-drama filmi.
Senaryosu yaşanmış bir hadiseden uyarlanmış. Soğuk Savaş döneminde Amerika ve Sovyetler Birliği arasında geçen karşılıklı casusluk faaliyetlerini konu alıyor. KGB istihbarat ajanı Abel ile U-2 Amerikan casus uçak pilotu Powers’ın takas edilerek serbest kalmalarını anlatıyor.
Abel, CIA tarafından yakalandıktan sonra kendisini mahkemede savunması için görevlendirilen Donovan isimli avukatla, film boyunca neredeyse her biri ayrı ders olabilecek önemde konuşmalar yapıyor. Bu konuşmalardan bir tanesi Abel’in çocukluğunda yaşadığı bir hadiseyi ve hadisenin kahramanı olan bir adamı içeriyor. Abel, avukatına yaşadığı hadiseyi ve kahramanını şöyle anlatıyor:
“Babamın bana küçükken ‘Bu adamı dikkatle takip et ‘ dediği bir arkadaşı vardı. Onu her gördüğümde gözlemliyordum ama özel olan bir şey göremiyordum. Bir gün askerler evimizi bastı. Babamı dövdüler, annemi dövdüler, babamın o arkadaşını da dövdüler. İşte o zaman onun farkını anladım. Babamın arkadaşı her vurduklarında düştüğü yerden yeniden ayağa kalkıyordu. Onlar o ayağa kalktıkça tekrar ve daha sert vuruyorlardı. Ama o yine kalkıyordu. Öyle zannediyorum ki bu yüzden onu dövmeyi bırakıp yaşamasına izin verdiler. Onu dövenler ona bir de isim taktılar: ‘Stoykiy mujik’ Bu ismin tam tercümesi ise ‘Yıkılmayan Adam’.”
Abel’in anlattığı hikaye bana günümüz Türkiye’sinde yaşanan zulümler ve bu zulümlere birinci dereceden muhatap olan Hocaefendi arasında bir çok benzerlik olduğunu düşündürdü. Neden mi? İsterseniz bu düşüncemi müşahhas örneklerle izah edeyim:
Hocaefendi’ye yapılan zulümler kelimelerle ifade edilmeyecek kadar büyük. Ona çektirilen sıkıntılar, kendisine edilen hakaretler ve sergilenen haksız uygulamalar olmak üzere iki kısma ayrılıyor. İlk önce hakaretlerden bahsetmek istiyorum ama bu hakaretleri tam olarak yazmaya kalkarsak sayfaların yetmeyeceğini de biliyorum. Öyle olsa da konunun izahı adına bir kısmını yazmaya çalışacağım: Alim müsveddesi, sahte peygamber, gizli örgüt, ihanet şebekesi, kasetçi ,evlatsız, darbeci, dibine kadar dünyaya batmış dünyevi, CIA ajanı, derin yapı, edepsiz, çıkarcı, neo ergenekoncu, rant yağmacısı, dış mihrak taşeronu, omurgasız, söğüşcü, montajcı, şaşkın ördek…..
Yukarıdaki liste uzayıp gidiyor. Ne olacak yani bu ülke de Hocaefendi’yi her zaman içine sindiremeyen bir kısım insanlar olmuştur. Benzer hakaretler, kendisine başka zamanlarda da edilmiştir diye düşünebilirsiniz. Doğru ama o hakaretlerin hiç biri bu kadar edepsizce olmadığı gibi hiçbir zaman devletin zirvesinden de gelmemiştir.
Bunlar yapılan hakaretler. Bir de bu hakaretlerin yanında sergilenen haksız uygulamalar var. Şimdi de onlara bakalım: Hakkında tuhaf sebeplerden davalar açılması, kırmızı bültenle yakalama emri çıkarılması, tavsiyesiyle yurt dışında açılan okulların kapatılması için uluslararası girişimlerde bulunulması, aile fertlerinin tutuklanmaya kalkılması, sırf kendisine değer veren insanların açtıkları eğitim kurumlarının, işyerlerinin, gazetelerin, televizyonların basılması, bu kurumlara kayyım atanarak çökülmesi, sevenlerinin üzerine gaz ve plastik mermi sıkılması, tutuklanması, iddianameleri yazılmadan aylarca hapislerde yatırılması….
Hocaefendi’ye yapılan mesnetsiz hakaretlere ve sergilenen haksız uygulamalara baktığımda 1950’lerin Sovyetler Birliği’nde mi yoksa 2000’li yılların Türkiye’sinde mi yaşadığımızı anlamakta zorluk çekiyorum. Bütün bu yaşananlar bir hukuk devletine hiç yakışmıyor.
Her biri muhatabında bir yumruk hatta balyoz tesiri meydana getirebilecek bu insaftan yoksun yaklaşımlara maruz kalan kişi Hocaefendi değil de onun yerine bir başkası olsaydı çoktan yere serilir bir daha da kalkamazdı. Elbette çok hassas bir kişiliğe sahip olduğunu bildiğimiz Hocaefendi’ye de bu yaklaşımlar büyük sıkıntılar yaşattı. Ama o ne kadar rencide olsa da inandığı değerlerin hatırına doğrudan şaşmadı. O, doğrudan şaşmayınca daha sert taarruz ettiler. Ama o ne sarsıldı ne de yıkıldı. Kelimenin tam anlamıyla Türkiye’nin yıkılmayan adamı olduğunu ispat etti.
Onun yanlış karşısında aldığı tavır ve ödediği bedel Türkiye’nin en demokrat insanı olduğunu kanıtlamış oldu. Bütün bu yaşananlar gösterdi ki demokrasi ve özgürlükler konusunda Türkiye’de ondan daha öte söz söylemeye kimsenin hakkı yok.
Fakat ona eza cefa edenlerin Sovyet askerlerinden, onun da Abel’in yıkılmayan adamından bir farkı var. Sovyet askerleri Abel’in adamının azmine bakıp yaşamasına izin vermişler. Hocaefendi’ye taarruz edenlerin ise elinde imkân olsa onu bir daha yeryüzüne çıkamayacağı kadar derin çukurlara diri diri gömecekler.
Hocaefendi’nin farkı ise dayanak noktası. O, bütün bu sıkıntıları Rabb’ne dayanıp çekiyor. Karşılığında ise sadece rızasını istiyor. Ve şunu çok iyi biliyor ki: Rızasını umduğu Rabbi zalimlere müsaade etmeyecek, inayetiyle de yıkılmasına izin vermeyecek.
1 Comment
Only registered users can comment.
Gelin görünki, memleketin demokrasi kalesi geçinenler de cemaatin hakliligini teslim etmiyor, birbirlerini yesinler modunda. Allah herşeyi görüyor, hikmetinden sual olunmaz diyelim.