Zeynep Demir

Zeynep Demir


Eski Yazıları

Su

Çok sevinçliydi, çok. Yıllar sonra işi olmuştu. Anası, babası, akrabaları gibi yazın tarlalarda çalışmayacak, bu yıl mahsul ne olacak diye beklemeyecek, baharda soğuk vurur mu, yağmur ne kadar yağacak diye dertlenmeyecekti.

Hayvanların pisliğini temizlemek yoktu artık. O kokuların içine girmeyecekti. İşi vardı artık. Her ay maaş alacaktı, her ay vermeseler bile biliyordu ki ödeyeceklerdi. Ne önemi vardı ki işinin ne olduğunun, tarlalarda, bağda çalışmaktan daha zor olamazdı. Gelecek kaygısı çekmeyecekti. Alacağı para neydi ki, 1300 TL, neye yeterdi ki, onun için her şeye. Elbet zam yaparlardı. Ne de olsa maaşından kesilen vergileri, sigorta için ödediği paraları, her muayenede cebinden çıkanları bilmiyordu. Hele ki ödediği vergilerin nereye gittiğinin hiç hesabını sormuyordu, ne de olsa şehirlerarası yollar vardı, köyüne yol olmasa da, belki hiç arabası olmayacaktı, ama olsun Kıbrıs’a su gitmişti.

İlk iş günüydü. Heyecanla gitti, aynı köyden arkadaşları da vardı. Bir Toros’a binip gelmişlerdi toprak yollardan. Yağmurda geçilmez olurdu o yollar, hem hala Toroslar da vardı aslında! Tahtalarla ayakta tutulan iki metre açılmış bir maden girişine geldiler. İş yeriydi burası. Ne kadar derine inecekti, bilmiyordu. İş yeri güvenliği diye bir elbise, bir ayakkabı verdiler eline, bir de beline maske diye bir şey tutuşturdular. Madenin kapısına baktı önce, sonra elindekilere, direklere baktı birde, “Bir şey olmaz, Allah var” dedi. Üstünü biz göz odada değiştirdi, aldı eşyalarını girdi madene.

Ne yapacaklardı, bilmiyordu. Metan gazı duymuştu bir yerlerden, Zonguldak’ta ocaklar patlıyordu, burada yoktur dedi kendi kendine. Birde karbonmonoksit duymuştu, neyse dedi, tecrübeliler vardı, onlar bilirdi herhalde, anlardı kokusunu! Kaçardı bir şey olursa, hem de maskeleri vardı. Çalışıyordur mutlaka diye düşündü, hiç maske bilmezdi, nasıl kullanılır onu da bilmezdi. Sahi madene girmeden bir şeyler anlatılması gerekmez miydi, gerekmiyor demek ki dedi, her halde işin fıtratı bu olsa gerek. Şefler vardı, onlar ne derse yapardı, ne de olsa her işi yapmaya razıydı.

Bismillah dedi girdi madene. Bu tahtalar nasıl taşıyordu bu madeni. Çürümez miydi, toprak sonuçta ama nemliydi, kuyu açıp tarla suluyorlardı, su yüzeye yakındı, bu tahtalar taşır mıydı? Mühendisler bilirdi, aklım ermez benim dedi. Önündeki grupla ellerinde kazmalar derinlere doğru inmeye devam etti. İndikçe kalbi sıkıştı. Kabir gibiydi. Kafalarındaki ışıkla aydınlanıyordu ortalık. Önündeki işçilerin derin nefeslerini hissediyordu. Nem de artmıştı. Üstündeki kıyafet vücudunda ağırlaştıkça ağırlaştı. Yapıştıkça yapıştı. Bu halde çalışması lazımdı.

Yürüme işi bitmişti. Sıra kazma kürek kazmaya geldi. Zorlandı ilk günler ama değerdi her şeye, eve ekmek götürmek kolay mıydı? Çok nemliydi maden, en çok o zorluyordu, ama ona da alışmıştı. Anacığı her gün evden çıkarken eline azığını veriyor, selametlerle gönderiyordu oğlunu. Madenden çıkıp yemek yemeye gidemezlerdi. Allah ne verdiyse 10 dakikada yeyip yeniden işe koyuluyorlardı. Çok yoruldu. İlk ayı bittiğinde çok mutluydu, eline para geçecekti, ama bir haber geldi, ilk ay maaşlar ödenmeyecekti, çünkü devlet henüz kömürleri almamıştı.

Olsun dedi, içeride kalacak değil ya, mutlak öderlerdi. Her gün yine bir ümit gitti işe, aylar geçti ödenmeyen, olsun dedi, belediyedeki arkadaşları hiçbir zaman düzgün almazlardı zaten maaşlarını eskiden, hükümet gelmiş düzelmişti! Elbet düzelirdi şirket, hükümetti buydu, yarım bırakmazdı. İş vermişti, aş da verirdi.

Yine selametlerle uğurladı anası oğlunu. Bir sıkıntı vardı içinde, “hakkını helal et ana” dedi, hiç adeti değildi halbuki. Bindiler Toros’a, çok yağmur yağmıştı, yolları aşmak ne zordu. Geldiler madene, “Bismillah” dedi attı adımını. İndiler çalışacakları yere kadar, başladılar kazmaya. Düşündü bir yandan, buraya nasıl ruhsat vermişlerdi, kim vermişti onayını. Yıllardır burada kömür vardı, bilirlerdi ama kimse maden açmamıştı. Yağmur yağardı, taşardı yollar, kuyu açarlardı, su gelirdi hemen, madenin olduğu yerde su yok muydu, e ruhsat vermişlerse demek ki sorun yoktu.

Zaten riskli olsa neden ruhsat versinler ki. İnsan hayatı kıymetsiz miydi bu kadar. O kadar daldı ki düşüncelere mola zamanı gelmişti. Karanlıktı çok, bilmiyordu ne zaman ne kadar çalıştılar içerde. Çıkmak üzereydiler ki sesler gelmeye başladı. Tecrübelilere baktı, zira hiç iş güvenliği eğitimi almamıştı, ne oluyor bilmiyordu. Kaçmaya başladı insanlar, neden kaçıyorlardı, onlar da kaçmaya başladı, ama yarı yolda maden çöktü, taşıyamamıştı tahta kalıplar, sular sızıyordu her yerden, diri diri toprağın altına gömülmüşlerdi. Ama arkadaşları biliyordu içerde olduklarını, devlet çok ilerlemişti, hemen kurtarırlardı onları. 17 kişilerdi, ama bir arada değillerdi, bazı arkadaşları gerilerde kalmıştı, maden çöktüğü için öndekiler ne oldu bilmiyordu.

Sular çoğalmaya başladı. Ustalardan biri gaz maskesi takmalarını söyledi ama nasıl kullanacaktı, ustaya baktı, onun gibi açmaya çalıştı, olmuyordu. Usta ümitsiz gözlerle baktı ona. Ümitsiz olmayacaktı ama mutlaka kurtaracaklardı onu. Zonguldak’ta da göçüklerden çok işçi çıkarmışlardı. Sular yükseliyor ve dakikalar geçmiyordu. Bir köşeye sığındılar bir usta ile, neler geçiyordu aklından ama kimse bir kelime etmiyordu, karanlıkta zor görüyorlardı birbirlerini.

Nefes alışlarını duyuyordu arada. Yukarıda kim bilir anası babası ne düşünüyordu. Babasına hala bir ayakkabı alamamıştı, vermemişlerdi parasını henüz. Ya anası, nasıl gözyaşı döküyordu kim bilir. Elleri kırışık, nasır bağlamış anası ne dualar ediyordu.

Uzaktan bir “Hasan!” çılığı ile uyandı rüyalarından. Anlayamadı önce, kimse konuşmuyordu zaten. Daha bir içi sıkıldı, kurtarırlardı oradan mutlaka, bir şey yoktu ki çıkarılmayacak. Bilmiyordu çünkü ne kadar çamurun içinde olduklarını. Ruhsatı vardı madenin, iş denetçileri gelir giderdi, maden hiç kapanmamıştı, hiç uyarı, hiç ceza da almamışlardı. Alsında iş denetçileri hiç madene de girmezdi. Ekmek kapısıydı burası, insan hayatını riske atarlar mıydı hiç, normal olmayan bir şeyler vardı ama çıkardı gün yüzüne o zaman öğrenirdi.

Hasan’a ne oldu bilmiyordu. Dakikalar geçti, saatler geçti, artık yorulmuştu. Sürekli su sesleri geliyordu. Ustası vardı yanında. Kulağına fısıldadı, “Sakın uyuma!”. Herhalde usta korktu diye düşündü. Nasıl uyuyabilirdi ki burada. Karanlıktı ve de korkuyordu. Sormaya da korkuyordu. Ölümü düşünmeye başladı. Kalbi daraldı, nefes almakta zorlandı. Karanlıktı, diri diri kabirdeydi. Her gün madene girerken de düşünürdü bunu ama hep güvenmişti bir şey olmaz diye. Devlet baba işçisini korurdu.

Sular artık iyice yükselmişti. Uzaklardan bir çığlık daha koptu. Bir bir azalıyorlardı. Hazır değildi daha, daha babasına ayakkabı alacaktı, gelirlerdi onu kurtarmaya, “Uyuma” dedi usta son kez. Gözleri kapandı, engel olamıyordu. Acısızdı ölümü değil mi, hiç acıtmamıştı karbonmonoksit. Sıcak bir uyku gelmişti gözlerine, kokusu mu, yoktu. Hiç öğrenmemişti ki, ustası sarsıyordu ama açamadı gözlerini. Rüyaları vardı, araba alacaktı kendine, duble yollarda sürecekti. Kıbrıs’a gidecekti, artık orada su vardı…

Ruhsatı vardı madenin, devlet baba iş veriyordu onlara, ateş düştüğü yeri yakardı, hiç oy vermemek olur muydu devlete. Devlet ona iş vermişti, anasını oğlunun canını… Olsun devlet yine iş verirdi ona, anası da yine canını…

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.