Sıtkı Özcan
Eski Yazıları
Benim hikayem
Ortaokul yıllarında tanıdım Hizmet’i.
Küçük bir Anadolu şehrinin tek Anadolu lisesinde öğrenci olduğum yıllarda.
Şehre yeni açılan bir dershanenin kitapçı dükkanında karşılaştık ilk ‘abi’yle. Dershanenin öğrencisi değildik, şehirdeki üç beş kitapçıdan biri olan bu yeni, küçük dükkana başka yerde bulamadığımız bir iki kitabı buluruz ümidiyle uğramıştık. Kitapları bulduk, fazlasını da…
İstanbul’dan gelmişti ‘abi’ Kütahya’ya. Bir yandan üniversite okuyor, bir yandan kitapçı dükkanında çalışıyordu.
Selamlaştık, tanıştık, sohbet ettik. Isındık birbirimize. Kitap aldık, kitap verdik, kitap konuştuk.
Daha ortaokul yıllarının başında minik çocuklardık ve bir üniversite öğrencisiyle oturmuş muhabbet ediyorduk. O günün şartlarında akıl almaz bir şeydi bizim için bu. Henüz ortaokulun ilk yılındaydık. Bir üst dönemden arkadaş edinenlerin sınıfta yürüyüşünün değiştiği yıllardı.
O kitapçı dükkanının yanındaki kafeteryayı mekan belledik uzun süre. Ne orada hemen her gün içtiğimiz sıcacık çayın, ne de tost ekmeğinin arasındaki ipince, şeffaf kaşarın herhangi bir özelliği yoktu aslında ama tatları bugün hala damağımda. Aradan yıllar geçmesine rağmen o tadı hiç unutmadım.
Kendine ait bir üniversitesi yoktu bizim şehrin o zamanlar, Eskişehir’deki Anadolu Üniversitesi’nin tek binalık küçük bir fakültesi açılmıştı Kütahya’nın merkezine. Çok üniversite öğrencisi görmezdik o yüzden etrafta. Olanların da fakültenin çaprazındaki dumanaltı kahvehanede pişpirik oynamaktan pek etrafı görecek hali yoktu. Oturup bizimle sohbet eden, bizimle koca adamlarmışız gibi kitaplardan, yazarlardan bahseden o ‘abi’ bizim için yarı uzaylı gibiydi. Belli ki onun çevresinde de güç bela biriktirebildiği üç kuruş harçlığını, o günlerde çok meşhur olan atari salonlarında değil, şehrin tek tük kitapçı dükkanlarında harcayan çocuklar yoktu. Arkadaş olduk.
Sonra o ‘arkadaş’ımızın başka arkadaşlarıyla tanıştık. 4-5 üniversite öğrencisi bizim okula yakın bir evde birlikte kalıyorlardı. Kimi Adana’dan, kimi İstanbul’dan, kimi İzmir’den gelmişti. Bazı günler öğle aralarında, bazı günler ise akşamlarında gidiyorduk ziyaretlerine. Birlikte kitap okuyor, maç izliyor, top oynuyorduk.
Bu üniversiteli ‘arkadaşlarımız’la dostluğumuzdan haberdar olan bazı sınıf arkadaşlarımız da katıldı sonradan bize. Neredeyse her gün bir araya gelen, birlikte yiyen, birlikte içen, birlikte okuyan, birlikte konuşan, tartışan kalabalık bir grup olduk. Yarısı ortaokullu, liseli, yarısı üniversiteli…
Bizim hayatı paylaştığımız dostlarımız olmuştu artık bu ‘abi’ler. Ailelerimizi tanıyorlardı, ailelerini tanıyorduk. Her türlü derdimizi, en yakın arkadaşlarımızdan önce onlara açıyorduk. Her türlü dertlerini en yakın arkadaşlarından önce bizimle paylaşıyorlardı. Bizimle; daha ortaokul çağındaki o küçücük çocuklarla…
Bize bakışları farklıydı. Üst komşunun, zoraki matematik dersi anlatılması gereken baş belası küçük oğluna bakar gibi bakmıyorlardı bize. Her sıkıntılarını, her dertlerini, hüzünlerini, sevinçlerini paylaştıkları arkadaşları, dostları gibi bakıyorlardı. Koca koca aydınların televizyonlarda, gazetelerde konuşup yazdığı konuları tartışıyorduk birlikte. Yaşıtlarımızın henüz ismini telaffuz edemedikleri yazarların kitaplarını okuyor, daha okulda en az beş altı sene karşımıza çıkmayacak felsefi konulara dalıp gidiyorduk. Daha ortaokulun başındaydık. Küçük birer çocuktuk daha.
Evlerine ziyarete gittiğimizde, bizim için acemice hazırladıkları yemeklere birlikte kaşık sallıyorduk. Ne olduğunu yeni öğrendiğimiz patatesli yumurta vazgeçilmezimiz olmuştu. Maklube’yi her zaman bulamıyorduk. Bu kıymetli yemek, bazı özel günlerde önümüze konduğunda evin küçük salonunda mutlak bir sessizlik hakim oluyordu. Yer sofrasındaki son lokma tükenene kadar tepsiye vuran kaşık seslerinden başka ses duyulmuyordu odada. Minik ağızlarımız, ocaktan yeni inip ters çevrilen yemeğin sıcağından neredeyse haşlansa da nefes almadan yiyorduk. Tepsinin ortasındaki etli pilavı çevreleyen yoğurda güveniyorduk belki.
Bazı zamanlar okuldan bir iki saat erken çıkıp yemeğin hazırlanmasına bizim de yardım ettiğimiz olurdu. Biz işin içine girince su üstünde yüzen patateslerden oluşan tuhaf bir şey çıkıyordu ortaya ama o patatesten bile tek bir tane kalmazdı tabakta. Nereden kaynaklandığını bilmediğimiz farklı, tuhaf bir lezzeti vardı o sofranın.
Bazen de abiler bizim evimize gelir, sofralarımıza konuk olurlardı. O kıymetli akşamlar evimizin en özel günleriydi bizim için. Annelerimiz, kendi evlerinden yüzlerce kilometre uzak, evlatlarına ‘abilik yapan’, sahip çıkan, onlarla dost, arkadaş olan bu gençlerin hasret kaldığı ev yemeklerinden birer ziyafet hazırlardı. Yemek sonrasında yapılan keyifli sohbetleri, bizim gibi ailelerimiz de iple çekiyordu. Bu genç üniversite öğrencileri onların da evlatları olmuştu artık.
Önce çekirdek ailemizin, sonra geniş ailemizin birer parçası oldu ‘abiler’. Apartman komşularımızdan, uzak yakın akrabalarımıza herkes tanıyordu artık onları. Herkes seviyordu.
Yıllar geçti. Lise çağları geldi.
Doğduğum, büyüdüğüm şehirden ayrılıp İzmir’e geçtim. Güzel İzmir’e.
Hemen hepimizin aynı şehirde doğup büyüdüğü, aynı mahallelerde çocukluğumuzu geçirdiğimiz arkadaşlarımdan, okulumdan ayrılıp ülkenin dört bir yanından gençlerin daha iyi bir eğitim için bir araya geldiği Yamanlar Koleji’nde liseye başladım. Sınıfımda benden başka Kütahyalı yoktu. Koca okuldaki hemşehrilerimin sayısı da bir elin parmaklarını geçmiyordu. Vazo’yu, Çamlıca’yı, Dumlupınar Stadı’nı bilmiyordu kimse. Okuldan kaçıp Ilıca’ya, Yoncalı’ya yüzmeye gitmemişlerdi hiç. Bambaşka şehirlerin, bambaşka kültürlerin, çok farklı geçmişlerin çocuklarıydık. Gaziantepli, Balıkesirli, Diyarbakırlı ya da Edirneli arkadaşlarımız için de durum farklı değildi. Onlardan da en fazla üçer beşer vardı okulda. Türkiye’nin çok farklı şehirlerinden İzmir’in Karşıyaka’sına serpiştirilmiş gençlerdik.
Ortak noktamız, birlikte büyüdüğümüz eski bir mahalle, yıllardır birbirini tanıyan ailelerimiz ya da çocukluğumuzdan beri havasını soluduğumuz küçük Anadolu şehri değildi artık. Koca bir okulda, farklı dünyaların çocukları, farklı hayatların insanları olarak bir araya gelmiştik. Birlikte üç koca yıl geçirdik. Ne bir küçük tartışma, ne ufak bir kavga ne de bugün hatırladığımda ‘keşke olmasaydı’ dediğim bir olayla karşılaştım. Biz, bambaşka dünyaların çocuklarıydık belki ama aynı idealin tohumlarıydık. O yıllarda henüz farkına varmış olmasak da sevgi, barış, kardeşlik içimize işlemişti artık. İçimize ‘işlenmişti’ daha doğrusu. Değil birbirimizi kırmak, bahçedeki ağacın dalını kırmaya korkuyorduk. Elinden gelse kırıp dökmeyi sözlükten çıkarıp atacak insanlarla birlikte büyümüştük.
Lise’de de ‘abilerimiz’ vardı. Hocalarımız vardı. Gecenin bir yarısı uyandığımızda başımızda, hastalandığımızda çorbamızda, üzüldüğümüzde yanımızdalardı. Biz, sabah daha gün doğmadan başlayan etüt dersleri için yarı uykuyla sınıflarımıza yollanırken, belletmenlerimiz çoktan masalarındaki yerini almış olurdu. Biz, son etütten çıkıp gecenin bir yarısı yatakhanenin yolunu tutarken, öğretmenlerimizi daha evlerine gitmemiş bulurduk. Sorularımızı, sorunlarımızı cevaplamak için kendi hayatlarını tamamen bir kenarı atmıştı bu insanlar. Haftanın bazı günlerini, günün bazı saatlerini ayırmıyorlardı bize, bize bütün hayatlarını veriyorlardı.
Yıllar geçti aradan. Üniversite yılları geldi.
İzmir’den, yeni yuvamdan ayrılıp İstanbul’a gittim. Ortaokul yıllarındaki abilerimin, lise günlerindeki hocalarımın, okulumun, Yamanlar’ın sayesinde kendi başıma hayalini kuramayacağım bir okulun kapısından içeri adım attım. Boğaziçi Üniversitesi’ne başladım.
Ben ‘abi’ oldum bu sefer. Yıllardır evinden uzak fedakar ‘abiler’in bize verdiği sayısız güzelliği elimizden geldiğince gençlere geri verme zamanı gelmişti. Heyecanlıydık. Ortaköy’de bir kaç arkadaş küçük bir ev tuttuk. Konu komşuya, civar esnafa ‘maddi durumu yetersiz, kabiliyetli öğrencilere ücretsiz ders vereceğimizi’ söyledik. Onlarca öğrenci geldi kapıya. Hepsini kardeşimiz bildik. Ev arkadaşlarımla birlikte fizikten matematiğe ne biliyorsak anlatmaya çalıştık aylarca. Bu sefer biz arkadaş olduk o küçük çocuklarla. Onların dertlerini sıkıntılarını paylaşmaya çalıştık. Derdimiz sıkıntımız olunca ilk onlara açtık. Derdimiz yoksa oturup dertsizliğimize birlikte üzüldük. Aileleri, ailelerimiz oldu. Aradık, sorduk, gittik, geldik.
Sonradan fark ettim ki ben Hizmet’i bana hizmet edilirken değil, o küçük çocuklara güya kendimce bir şeyler öğretmeye çalışırken öğrenmişim. Bana bütün fedakarlığıyla hayatını adayan insanları sevmenin hizmet olduğunu sanıyordum o güne kadar. Meğer, gördüğüm o büyük fedakarlıkların onda birini samimiyetle yapmaya çalışmakmış Hizmet. Almadan vermeye niyet edip, yürümekmiş. Öğrendikçe aslında ne kadar bilmediğimi anladım. Öğrendikçe, belki de aslında hiç öğrenemeyeceğimi gördüm. Çok sayıda genç dostum oldu o yıllarda. Her biri farkında olmadan çok şey öğretti bana. Ben onlara bir şeyler öğretmeye çalışıyordum ama hayat bana onlar üzerinden büyük dersler veriyordu.
Gün geldi, okul bitti.
Hayata atıldım. Güzel insanlarla, çok güzel ortamlarda çalıştım. Hala da çalışıyorum. Türkiye’de ya da Amerika’da, dün ya da bugün, ne sakin sularda, ne dalgalı denizlerde, beni bu yolculuğa dair en ufak bir şüpheye düşürecek tek bir şeyle karşılaşmadım.
Son iki yıldır rüzgar daha sert esmeye başlayınca sis dağıldı, yolun doğruluğunu daha net gördüm. Dar, taşlı dikenli patikada tutunabildiğim o incecik halata daha sıkı sarıldım. Ayağım kaymasın, şarampole yuvarlanmayayım diye nefesimi tutup, adımlarımı daha dikkatli atmaya başladım. Başımıza boran olup bizi yoldan çıkarmaya çalışanların ahmaklığına şaştım. Onlar estikçe bizim o kayıp düşmemek için o halata daha sıkı sarılacağımızı görememelerine güldüm.
Benim hikayem bu. Benim Hizmet’im bu.
Şimdi beni hizmetten, Hizmet’i benden almaya çalışıyorlar. Ne mümkün?
Çocukluk arkadaşım benim bu Hizmet, gençlik yıllarım. Eşim, dostum, yoldaşım. Onu çıkardığınızda bir şey kalmıyor hayatımda. 37 yıllık bir ömürde flu, belli belirsiz ilkokul yılları hariç hiç bir şey görünmüyor bana dair. En tatlı anılarım, en şiddetli acılarım, en mahrem duygularım.. Hepsi onunla var belleğimde. Hayatıma girdikten sonra kendinden önceki her şeyi flulaştıran büyük bir aşk, ufukta belirdiğinde etrafındaki her şeyi karanlığa boğan bir şafak…
Bu yüzden kendinizi derbeder edip içine düştüğünüz çaba beyhude. Hizmet’i benden, bizden, bu yolu birlikte yürüdüğümüz milyonlardan söküp almanın tek yolu var, o da sizin harcınız değil.
Bu yolun kopmaz bir bağla sıkı sıkıya bağlı olduğu ruhlarımızı bedenlerimizden çıkarıp atmadan, bu hizmeti bizden söküp alamazsınız.
O da sizin değil, Azrail’in (a.s) işi.
Çıkarı yok, eliniz böğrünüzde oturup onu bekleyeceksiniz.
10 Comments
Only registered users can comment.
o pırıl pırıl kalbiniz dert görmesin… kaleminize sağlık.
Uykularimizi kacirip bizi daha cok okumaya ve ibadete sevk edenlere tesekkur mu etmeli?! Islahlari icin duadayiz…
Kalemine eline beynine Allahin sana verdigi butun nimetlerine bizcede sukur. Bize verdiklerine de sukur. Heleki imani ve onu ayakta tutan hizmeti lutfeden O na sonsuz sukran..elhamdulilahi ala kulli hal sivel kufri veddalal. Rabbim kardeslerimizin. benim .bizim liyakatini ve sayisini artirsin. Sizleri bize bizleri size mahcup etmesin….
Canım abim hepimizin hikayesi az çok aynı Hizmet aynı güzellikle girmiş hayatımıza..
Hepimizin hikayesi… Gozyaslariyla okudum. Kalemine saglik. Bu arada Ali Colak tan hic de asagi kalir yokmus yazi kalitesinin
Ne güzel özetlemissiniz “Ruhumuzu bu bedenden çıkmarmadıkça bu hizmeti söküp atamassınız.” Siz dünyanın bir köşesinde biz başka bir yerindeyiz ama sıkı sıkıya tuttugumuz o ipten elimizi bırakma ihtimalinin olmayışı bile,hakikat yolunda olduğumuza kuvvetli bir delil değilmi?
Elinize, gönlümüze sağlık kardeşim. Dilimize tercüman olmuşsunuz
Serkan-Avustralya-
Sıtkı bey çok güzel bir yazı. ARO
Allah razı olsun. Yüce Rabbim rızasına erdirdiği, hidayet ettiği hak yolda olan, hakkı sabrı tavsiye eden kullarından eylesin. Bu akşam Azerbaycan dan bir öğrencim ile beraberdik. Hey gidi günleri andık. Saniyesi boşa geçirilmeyecek yıllardı. Rabbimize hamdolsun. Hak ve hakikati biz hem aklımızla, hem kalbimizle hem ruhumuzla tatmışız, itminan getirmişiz, varsın anlayamasınlar, ne olmuş. Rabbimiz razı olsa dünya küsse ehemmiyeti yok.
Çocukluğunda küçük yüreği BÜYÜK Sıtkı! Ne güzel yazmışsın! İnandığın ve yaşadığın için öyle bir te’sir bıraktı ki bende kelimelere sığmaz! Az çok o yıllarına şahitlik eden biri olarak hakikaten azıcık görünen şey meğer ne büyükmüş ! Ağzına diline sağlık! Dualarında bizi de unutma!
Cok samimi bir yazi olmus Allah razi olsun abi