Keşke Selefiler Selefi olsaydı…

 

Tarih boyunca haklarında çok şey yazılıp çizilen bir grup Selefiler.

 

Nice akademik çalışmalar yapılmış, nice kitaplar yazılmış Selefilik üzerinde. Bu defa Amerika’da hapishanelere gönüllü olarak giden ve oradaki Müslümanların dini ihtiyaçlarını karşılama, onlara yardımcı olma, destek verme amacını güden bazı kişilerin oralarda karşılaştıkları Selefilerden hareketle sordukları bir soruya cevap vereceğim. Türkiye’deki okuyucuları hangi ölçüde alakadar eder bu yazacaklarım bilmiyorum ama en azından bildiklerini tekrar hatırlama ihtimalini değerlendirebilirler.

 

Yazımın başlığına “Keşke Selefiler Selefi olsaydı!” dedim; çünkü Selefiliğin sözlük ve ıstılahi manası bana bunu dedirtiyor. Özellikle Selefi doktrinini ortaya koyan erken dönem ulemanın düşüncelerine baktığımızda keşke kelimesi bile yetersiz kalır. Buraya kadar yazdığım satırlardan iki hususu çok net bir şekilde çıkartmış olmanız lazım. Bir; bir doktrin, bir düşünce, bir ekol ve bir hayat tarzı olarak Selefilik teorik manada ürkülecek korkulacak bir şey değil. İki; ama tarihi süreç içinde Selefilik erken dönemlerin safi zemininden başka bir zemine kaymış veya kaydırılmış-kaydırılmış sözünü bir kenara not edin; yazının sonunda bir cümle ile bile olsa bir hususa temas edeceğim- ve zahirilikle Selefilik arasında ne fark, var sorusunu sorduracak ölçüde mahiyet-i aslisinden uzaklaşmıştır.

 

Şimdi bu iki noktayı açalım. Önce; Selefilik neden korkulacak bir şey değildir, sorusunun cevabını arayalım. Selefilik, kitap ve sünnet çerçevesinde hüküm verme, sahabe ve tabiin’in yolundan gitme demektir. Müslüman devletlerin topraklarının genişlemesi, farklı coğrafyalarda farklı kültürlerle karşılaşılması sonucu özden uzaklaşmaların yaşandığı dönemde ortaya atılan ve kelimenin tam anlamıyla ‘öze dönüş’ diye tarif edebileceğimiz bir yola isim olan Selefiliğe hayır diyecek sanırım hiç kimse yoktur.

 

Pekâlâ, Kur’an ve sünnet ekseninde hüküm verme, sahabe ve tabiin’e tabii olma nasıl olacak? Elbette; usul ilminin ortaya koyduğu ilke ve prensiplerle. O zaman, bir mezhep, meşrep değil de ana bünyeyi ifade eder manada kullandığımız ehl-i sünnetten ne farkı var bu yaklaşımın? El-cevap; hiç bir farkı yok; zaten farkı olmadığı için keşke Selefiler Selefi olsa dedim. Nitekim, bu düşünceyi ortaya atan ve uygulayan Cafer b. Sadık’tan İ. Şafii’ye, Ahmed b. Hanbel’e kadar herkese “Selefi” denmesinin ve daha sonraki dönemlerde “Selefin yoluna dönüş” derken hep bu zatların isimlerinin verilmesinin sebebi de bu.

 

Fakat; yukarıda ‘iki’ diyerek ifade etmeye çalıştığımız tarihi süreçte iş çığırından çıkmış; ilim cehlin eline düşünce kalem de cahilin eline geçmiş ve kalem gözyaşlarını mürekkep şeklinde kâğıtlara dökerek öyle bir feryat etmiş ki aradan geçen 14 asra rağmen biz o gözyaşlarını okuyor; okumak ne kelime Amerika’da bile yaşıyoruz.

 

Ne olmuş? Usulden uzaklaşılmış. Ayet ve hadislerin zahiri manaları ile fetvalar verilmeye başlanmış ki zahirilikle Selefiliğin kesiştiği yer de zaten burasıdır. Dini muhafaza edeceğiz düşüncesiyle Efendimiz (sas) döneminde olmayan her şey bid’at ilan edilmiş. Ayet ve hadisler sebeb-i nüzul ve vürud’dan bağımsız ele alınarak yorumlanmış ve muhalefet edenler şirkle itham edilmiş. İktidarın desteğini aldıkları dönemlerde kendi düşünceleri istikametinde çoğunluğu teşkil eden sessiz kitleye rağmen toplumsal çapta icraatta bulunmuşlar, gayri meşruşiddet uygulamaya kadar gidilmiş. Nitekim 1979 Kâbe baskınını gerçekleştiren Cüheyman el-Uteybi ve cemaati de Selefi değil miydi?

 

Bir kenara not edin dediğim hususa gelince; 19. asırda Osmanlı’nın yıkılışı öncesi yeni dünya düzenini “böl-parçala-yut” ya da “parçala ve yönet” mantığı üzerine kuran ve başarılı olan dünya, Selefilerin yeniden zuhurunda acaba ne kadar pay sahibiydi? Yoksa şimdi kader adalet ediyor da, bizzat verdikleri desteklerle güçlenen akım, daha aşırı bir raddeye gidip radikalizme dayelik yapıyor olmasın.

Tarih boyunca haklarında çok şey yazılıp çizilen bir grup Selefiler.   Nice akademik çalışmalar yapılmış, nice kitaplar yazılmış Selefilik üzerinde. Bu defa Amerika’da hapishanelere gönüllü olarak giden ve oradaki Müslümanların dini ihtiyaçlarını karşılama, onlara yardımcı olma, destek verme amacını güden bazı kişilerin oralarda karşılaştıkları Selefilerden hareketle sordukları bir soruya cevap vereceğim. Türkiye’deki okuyucuları hangi ölçüde alakadar eder bu yazacaklarım bilmiyorum ama en azından bildiklerini tekrar hatırlama ihtimalini değerlendirebilirler.   Yazımın başlığına “Keşke Selefiler Selefi olsaydı!” dedim; çünkü Selefiliğin sözlük ve ıstılahi manası bana bunu dedirtiyor. Özellikle Selefi doktrinini ortaya koyan erken dönem ulemanın düşüncelerine baktığımızda keşke kelimesi bile yetersiz kalır. Buraya kadar yazdığım satırlardan iki hususu çok net bir şekilde çıkartmış olmanız lazım. Bir; bir doktrin, bir düşünce, bir ekol ve bir hayat tarzı olarak Selefilik teorik manada ürkülecek korkulacak bir şey değil. İki; ama tarihi süreç içinde Selefilik erken dönemlerin safi zemininden başka bir zemine kaymış veya kaydırılmış-kaydırılmış sözünü bir kenara not edin; yazının sonunda bir cümle ile bile olsa bir hususa temas edeceğim- ve zahirilikle Selefilik arasında ne fark, var sorusunu sorduracak ölçüde mahiyet-i aslisinden uzaklaşmıştır.   Şimdi bu iki noktayı açalım. Önce; Selefilik neden korkulacak bir şey değildir, sorusunun cevabını arayalım. Selefilik, kitap ve sünnet çerçevesinde hüküm verme, sahabe ve tabiin’in yolundan gitme demektir. Müslüman devletlerin topraklarının genişlemesi, farklı coğrafyalarda farklı kültürlerle karşılaşılması sonucu özden uzaklaşmaların yaşandığı dönemde ortaya atılan ve kelimenin tam anlamıyla ‘öze dönüş’ diye tarif edebileceğimiz bir yola isim olan Selefiliğe hayır diyecek sanırım hiç kimse yoktur.   Pekâlâ, Kur’an ve sünnet ekseninde hüküm verme, sahabe ve tabiin’e tabii olma nasıl olacak? Elbette; usul ilminin ortaya koyduğu ilke ve prensiplerle. O zaman, bir mezhep, meşrep değil de ana bünyeyi ifade eder manada kullandığımız ehl-i sünnetten ne farkı var bu yaklaşımın? El-cevap; hiç bir farkı yok; zaten farkı olmadığı için keşke Selefiler Selefi olsa dedim. Nitekim, bu düşünceyi ortaya atan ve uygulayan Cafer b. Sadık’tan İ. Şafii’ye, Ahmed b. Hanbel’e kadar herkese “Selefi” denmesinin ve daha sonraki dönemlerde “Selefin yoluna dönüş” derken hep bu zatların isimlerinin verilmesinin sebebi de bu.   Fakat; yukarıda ‘iki’ diyerek ifade etmeye çalıştığımız tarihi süreçte iş çığırından çıkmış; ilim cehlin eline düşünce kalem de cahilin eline geçmiş ve kalem gözyaşlarını mürekkep şeklinde kâğıtlara dökerek öyle bir feryat etmiş ki aradan geçen 14 asra rağmen biz o gözyaşlarını okuyor; okumak ne kelime Amerika’da bile yaşıyoruz.   Ne olmuş? Usulden uzaklaşılmış. Ayet ve hadislerin zahiri manaları ile fetvalar verilmeye başlanmış ki zahirilikle Selefiliğin kesiştiği yer de zaten burasıdır. Dini muhafaza edeceğiz düşüncesiyle Efendimiz (sas) döneminde olmayan her şey bid’at ilan edilmiş. Ayet ve hadisler sebeb-i nüzul ve vürud’dan bağımsız ele alınarak yorumlanmış ve muhalefet edenler şirkle itham edilmiş. İktidarın desteğini aldıkları dönemlerde kendi düşünceleri istikametinde çoğunluğu teşkil eden sessiz kitleye rağmen toplumsal çapta icraatta bulunmuşlar, gayri meşruşiddet uygulamaya kadar gidilmiş. Nitekim 1979 Kâbe baskınını gerçekleştiren Cüheyman el-Uteybi ve cemaati de Selefi değil miydi?   Bir kenara not edin dediğim hususa gelince; 19. asırda Osmanlı’nın yıkılışı öncesi yeni dünya düzenini “böl-parçala-yut” ya da “parçala ve yönet” mantığı üzerine kuran ve başarılı olan dünya, Selefilerin yeniden zuhurunda acaba ne kadar pay sahibiydi? Yoksa şimdi kader adalet ediyor da, bizzat verdikleri desteklerle güçlenen akım, daha aşırı bir raddeye gidip radikalizme dayelik yapıyor olmasın.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.