Huzurun kapısını aralamak

2014 uzun olacak diyordu geçenlerde Akif Coşkun bir yazısında. Daha önceden de duymuştum ve okumuştum bazılarından. Hadiselerin akışından, eşyanın tabiatından, insanın fıtratından çıkartıyorlardı bu sonucu. El-hak yanılmamışlar. Bir gün içinde yıllara sığacak hadiseler gösterdi ki doğru söylemişler. En iyi müfessir olan zaman, onları haklı çıkarttı.

Böyle zamanlarda “zaman” çabuk geçsin ister insan. Tersi de vardır; “zaman” hiç geçmesin isteyen de olur. Dursun, donsun ister dehr, zaman, vakit, saat, saniye, salise ve an. İkisi arasındaki fark ilkinde musibetten ve musibet görünümlü hadiselerden kaynaklanan üzüntünün, ikincisinde sevincin hakim olmasıdır. Boşuna dememişler: “Musibet zamanı uzundur” diye. Mehfum-u muhalifi “sevinç zamanı kısadır” denebilir. Nasıl olsa zaman izafi.

Mümince bakış…

Genel kabul budur ama ben böyle bakmıyorum hadiseye. Özellikle bir mümin böyle bakmaz, bakamaz diye düşünüyorum. İman gözlüğü manidir zira böyle bir bakışa. İman, her şeyin tasarrufunun Allah’ın kudret elinde olduğunu anlatır bize. O’nun izni olmaksızın bir yaprağın bile yerinden kımıldamadığını söyler. Kalplerin Allah’ın tasarrufu altında olduğunu hatırlatır her daim. Böyle olunca üzüntü ve sevinç özelinde zamana bakış açımızı gözden geçirmemiz ve o sözleri sorgulamamız gerekir.

İkincisi bizim üzüntü ve kedere veya sevinç ve mutluluğa yaptığımız tarif, onların anlam çerçevesi içine koyduğumuz şeylere bakmamız lazım. “Beni üzen her şey musibet.” İyi de sen kimsin, üzmek, üzülmek ne demek? “Beni sevindiren her şey mutluluk.” Aynı sorular. Sen kimsin? Mutluluk dediğin şey hazcılık olmasın sakın? Huzur dediğimiz bir şey vardı bizim bir zamanlar. Hâlâ var. Acaba huzur, Allah’ın takdirini kendi takdirinin önünde görüp üzüntü ve sevincin, keder ve mutluluğun birleşim noktası olmasın? İkinin bir görünmesi. Haşa, görünmesi değil olması, hissedilmesi. İnanılan hakikatin yaşanması. Hani hep diyoruz ya “Celâl’inden cefa, Cemâl’inden vefa” diye. İşte bu ikisini “cana safa” bulmanın adı değil midir huzur?

Ramazan’dan birkaç gün önceydi. Oturuyorduk Hocaefendi ile üç-beş kişi küçücük bir odada ikindi öncesi. Akşama kadar Türkiye başta dünyada neler olup bitmiş kısa bir özet yapıldı kendisine. “Nereye bir ateş düşse önce beni sonra düşeni yakar” diyen bir insanı on defa kahrından ve üzüntüsünden öldürmeye yetecek hadiselerdi bunlar. Yüzüne baktım. Hepsini de alabildiğine sakinlikle karşıladı. Dinledi, dinledi, dinledi. Bir ara “Kim dinler yaşı kemale ermiş bu insanı, bu türlü şeylere girmese daha iyi.” dediğini duydum. Haklıydı. “Dinlenmeyecek sözü söylemek de sözde israftır.” dedi arkasından. Genel felsefesi bu Hocaefendi’nin. Söz değerini kaybetti, anlamını yitirdi ve muhatabına bir şey anlatmayacaksa orada susmak konuşmaktan daha iyidir.

Huzurda olma hali

Sakin karşıladı demiştim. Evet, sakindi ve yüzünde ne üzüntünün ne de sevincin emarelerini görebilirdiniz. Sakın yanlış anlamayın, ‘donup kalmıştı’ demek istemiyorum. Aksine onca hadiseye rağmen çehresine akseden menfi bir tavır görmedim diyorum. Yukarıdaki tahlili de onun için yaptım zaten. Nasıl böyle olabiliyor, ben şu duyduklarım karşısından yerimde duramıyorum, kalbimin atış ritimleri değişiyor diye düşünürken cevabını verdi sanki içimden geçenleri okurcasına; “Her gün içimizdeki hafakanları dindirecek bir beşaret beklentisiyle hayata gözlerimizi açıyoruz; sonra onun olmadığını görünce Murâd-i İlâhi’nin va’di dolmamış demek ki deyip inkisarla gözlerimizi kapatıyoruz.” dedi. Allah’ın muradını önceleyerek hadiselere bakabilen insan tavrı. Kadere rızanın göstergesi. Sonuç; vefa ve cefayı safa bilme. İkide bir’i ve Bir’i bulma. Hafakanlar içinde kıvransa bile huzurlu olma, huzurla dolma ve huzur içinde yaşama. Literatürümüzde de kullanılır ya hani ‘huzurda’ diye. İşte bu, o.

Daha önce de bir yazımda bahsetmiştim; bazı yerlerden görüntüler çekilmiş. Hocaefendi’nin âşina olduğu yerler buralar. İzmir Kestanepazarı, Edirne Üç Şerefeli Camii, İstanbul’da Kız Kulesi’nin arka planda gözüktüğü Boğaz manzarası. Zaman zaman bakıyor bu videolara. Ekrana İstanbul Boğaz görüntüsü geldi, gündem son bulunca. “Şu tarafta … Bey’in yalısı vardı.” dedi ismini vererek. “Birkaç defa gittim oraya. Bir defasında da teravih namazı kıldırmıştım bahçesinde.” Belli ki hatıralar âlemine dalmıştı. Böylesi atmosferlerde eskilerden birilerinin olması çok enfes olur. Tedayi ettirici şeyler söylerler genelde. “Şuraya da gitmiştik hatırlarsanız Hocam; falan şunu demişti; şu da vardı o gün…” gibi çıkışlar muhabbetin derinleşmesine vesile olur. O meclisin en eskilerinden biri bendim o gün. Bu durumu da bildiğim için bazı şeyler söyledim. Söylediklerim bizi bu defa Erzurum Aşağı Mumcu’ya, Caferiye Mahallesi’ne, Kadıoğlu çıkmazına kadar götürdü. Güzel de oldu. Yüzünde müşahede ettiğim huzurun derinleştiğini hissettim. Bizim de heyecan ve helecanlarımızın yatışmasına vesile oldu bu durum. Huzur, kapısını bizim için de aralamıştı. Geriye o kapıyı zorlamak ve açmak kalıyordu.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.