Duanda bizleri de unutma kardeşim!

O gecenin son cümleleriydi. Yatsı ezanı okunalı hayli zaman oldu. Abdestlerin tazelenip, “hayye ala’s salah ve felah” çağrılarına “Emrin başımız gözümüz üstüne” denilerek cevap verilecekti.

Bir başka tabirle huzura çıkılıp kul olduğumuz gerçeği namazın diliyle bir kez daha ifade edilecekti. Ezel bezminde Rabb’imize verdiğimiz “kalu belâ” ahd u peymânı yenilenecekti.

“Söylemek doğru olur mu bilmiyorum.” diye söze başladı. Salondan estağfurullah sesleri yükseldi. Ne söyleyecekti bilmiyoruz ama sanki bir şey isteyecek gibiydi. Nitekim “rica ediyorum” ikinci cümlenin başlangıcıydı. Artık her şey ayan-beyan belli olmuştu. Bir şey talep edecekti. 77 yıllık hayatında şahsi hayatı adına hiç kimseden hiçbir şey istemeyen bir insan, şimdi belli ki bir şey isteyecekti. “Dua” dedi ve devam etti; “Müminin mümine bizahri’l gayb yaptığı dua makbuldür. Sizden bana dua etmenizi rica edeceğim. Sekine, itminan…” cümleyi yarım bırakmıştı.

Salondan ayrıldık ama ben yarım kalan cümledeki sekineye takılmıştım. Sebebi, Hocaefendi’nin dua isteği ile sekinenin benim zihnimde farklı çağrışımlara kapı açması. Önce hadis; Hz. Ömer umreye gidiyor. Vedalaşmak için huzuru nebiye çıkıyor. Nebiler Serveri ona “Ey kardeşim!” diye hitap ediyor ve ardından şu talepte bulunuyor: “Bizleri de duanda unutma!” Kim bunu diyen? Ümmetine dua etmesi bizzat Allah tarafından istenen Nebi. Duasının ümmeti için sekine vesilesi ve huzur kaynağı olacağı kendisine bildirilen Nebi. İşte ayet: “Onlara dua et. Doğrusu, senin duan, onlar için ‘bir sükûnet ve huzurdur.’ Allah işitendir, bilendir.” (Tevbe, 103)

Hocaefendi’nin gözyaşı pınarları kurumuş, taş gibi kaskatı kalbe sahip olan insanları bile rikkate getirecek bir sesle ilettiği talep bende bu çağrışımları yaptı. Evet, Efendimiz’in (sas) beyanıyla müminin mümine gıyabında dua etmesi, o duayı Nezd-i Ehadiyette kabule karîn kılan bir unsur. Delil mi istersiniz? İşte Efendimiz’in (sas) beyanı: “En çok kabul edilen dua birbirinden uzak olan kişilerin birbirlerine ettiği duadır.” Yeri gelmişken, böylesi bir duanın kazanımlarını beyan eden bir başka hadis daha: “Bir insan yanında olmayan bir kardeşine hayırlı bir dua ederse Cenab-ı Hak ona muhakkak bir melek tayin eder ve yanına arkadaş olarak koyar ki her dua edişte o görevli melek ‘Amin bir o kadar da senin için’ der.”

Hikmet perdesini aralayacak beyanlar

Ne olmuştu o gün ve o gece? Sıra dışı hiçbir şey olmamıştı. Aslında alışılmaması gereken ama alışılan ve rutin hale gelen zulümlerden söz açıldı. Bu türlü muhabbetlerde muhatap Hocaefendi olunca ben dikkatimi daha çok işin manevi cephesi adına yaptığı bir şey deyip-demeyeceği noktasında yoğunlaştırıyorum. Kendi tabiriyle “Hayatlarını yüce bir davaya adamış mefkure insanlarının” karşılaşmış oldukları zulümlerin ardında yatan hikmet-i İlahi’yi ya da o hikmet perdesini aralayacak beyanları arıyorum.

Mesela o akşam konuşulan bir konu, Demokrat Parti döneminde birçok İslam ulemasının maruz kalmış olduğu zulümler. Satır arasında bir tespitini yakaladım Hocaefendi’nin. “O büyük kametlere bir şey dememiz doğru değil ama beklenti içine girmiş olabilirler.” Sebeplere güvenmeden onlara tesir-i hakiki vermeye kadar uzanabilecek değerlendirmelere konu olabilecek bir tespit bu bana göre. Başka zaman da benzeri şeyler söylemiş ve bu tür mana kahramanları için sebeplere fazlaca güvenmenin onlar için şirk ekseninde bir amel olarak kabul edilebileceğini ifade etmişti.

Bir cümle ile değinip geçtiği bu tespitin ardından Bediüzzaman Hazretleri’nin bir başka tespitini aktardı. Bediüzzaman’ın “Duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi.” cümlesiyle anlattığı döneme işarette bulundu. Neydi duaların kabulüne sed çeken ve neydi kurtuluşu engelleyen? “Camilere giren bid’atlar.” Üstad Hazretleri diyor bunu.

Ruhani bir mecliste kendisine sorulan “Kaderin Osmanlıların mağlubiyetine fetva vermesinin nedeni nedir?” sorusuna verdiği cevap da aynı istikamettedir. Orijinal ifadeleriyle aktarayım: “Mukaddemesi üç mühim erkan-ı İslamiye’deki ihmalimizdir: Salat, savm, zekat. Zîra, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Halik Teala bizden istedi; tenbellik ettik. Beş sene, yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile, bir nevî namaz kıldırdı. Hem, senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi; nefsimize acıdık. Keffareten, beş sene oruç tutturdu. ‘On’dan, ya ‘kırk’tan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekat istedi; buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim zekatı aldı.”

Benim manevi dediğim, hikmet perdesinin kaldırılması veya ucunun açılması dediğim bu değerlendirmeler bir mümin için çok önemli. Çünkü bizler çoğu zaman sebepler perdesine takılıp Müsebbibu’l-esbabı unutabiliyoruz.

‘Sebepler adına her türlü ipi kopartır’

Yalnız Hocaefendi değerlendirmelerini orada bırakmadı. Sebepler adına her şeyin bi’l-külliyye sukût etmesinin de Rahmet-i İlahi’nin teveccühü olabileceğini söyledi. Şu cümleler ona ait: “Rahmetinin teveccühü olarak sebepler adına her türlü ipi kopartır ve sonra bizi hiç kopmayan bir şeye yönlendirir. Ayetin ifadesiyle “lanfisale lehâ; o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa, kulpa yapıştırır. Rahmetinin tecellisidir bu. Belki bizler yapmamız gerekli olan şeyleri yapmadık. Ama şimdi neden bunlar zamanında yapılmadı diyerek musibeti ikileştirmeyelim. Hayır Allah’ın murâd buyurduğu şeydedir diyelim. Küfür ve dalalet haricinde her türlü halimize hamd olsun diyelim. Olanları sindiremesek de, hazmedemesek de, fokur fokur içten içe kaynasak da iradelerimizin hakkını verelim.”

İki gün sonra da benzeri bir konu açılmıştı. Orada da farklı bir bakış açısıyla burada aktardıklarımı te’yid eden beyanları oldu Hocaefendi’nin. “Peygamber fetaneti ve vahyin yol gösterici aydınlığı ışığında aşmıştı Allah Resulü (sas) kendisine yapılan düşmanlıkları” dedi.

Sözünü bitirdi, nefes almaya durmuştu ki Uhud aklına geldi ve hemen devam etti kaldığı yerden: “Efendimiz (sas) Uhud sonrası kimseyi eleştirmedi. Okçular tepesine koyduğu insanlara neden yerlerinizi terk ettiniz demedi. Bunu diyerek musibeti ikileştirmedi. Zaten ‘İşleri onlarla istişare et’ emri bu hadiseden sonra geldi. Fakat bu emrin öncesinde 3 şey söyledi Allah, Nebi’sine. ‘Allah’ın merhameti sayesinde sen insanlara yumuşak davrandın’ buyurdu önce. Bu bir. İkincisi; ‘Eğer, kaba ve katı kalpli birisi olsaydın etrafından dağılırlardı.’ dedi. Üçüncüsü ‘Onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile.’ dedi ve ardından ‘İşleri onlarla müşavere et!’ emrini verdi.” Cümlelerini şöyle bağladı Hocaefendi: “İlahi ahlak budur. Ahlakı Kur’an olan Efendimiz’in (sas) davranışı budur. Keşke Kur’an’ın ruhunu anlayabilsek.”

Sonra! Sonrasını başta yazdım; dua ricasını söyledi ve kalktı.

Not: Siyasi gündem o kadar çok meşgul ediyor ki bizleri Ramazan’ın geldiğinden bile haberdar değiliz. Ramazan’ınızı Yunus Emre ile kutlamak istiyorum. Aciz kaldım diyor Yunus. Okuyalım, bakalım biz de aynı şeyi diyecek miyiz?

Aciz kaldım zalim nefsin elinden

Şol dünyanın lezzetine doyamaz

Aynını (gözünü) almıştır gaflet gömleğin

Ömrünün gelip geçtiğini bilemez.

 

İlahi gaflet gömleğin giyene

Müslüman mı dersin nefse uyana

Kazanıp kazanıp verir ziyana

Hak yoluna bir puluna kıyamaz.

 

Sağlığında ayet hadis nesine

Son deminde muhtaç olur nesine

İletip koyunca makbaresine

Oğlum kızım malım kaldı diyemez.

 

İlahi miskince Âdem oğlanı

Varıp tutmaz bir mürşidin elini

Haram helal kazandığı malını

Ele nasip eder kendi yiyemez.

İlahi gafletten uyar gözümü

Dergâhında kara etme yüzümü

Yunus eder gelin tutun sözümü

Dünya seven ahreti bulamaz.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.