Bilinmesi gerekli olan

“Bilinmesi gerekli olan şeylerin başında O gelir. İnsanı O’na götürmeyen her düşünce aslında bir falsodur.

Düşüncenin falsosu diyebilirsiniz buna.” Mutlaka anlamışsınızdır “O” zamiri ile ifade edilenin kim olduğunu. Büyük harflerle yazmamızdan belli zaten. O, Allah’tır (cc).

Mutad ikindi sohbeti için koltuğuna oturur-oturmaz ağzından çıkan ilk sözlerdi bunlar. Bir problem mi vardı, ihsasları ile bir şeyler mi hissetmişti acaba salondaki insanlardan yoksa kendisine intikal eden bir meseleden dolayı mı söyledi bunu; bilmiyorum. Hangisi olursa olsun, netice odaklı düşünelim ve soralım kendimize; bu önemli tesbit karşısında bir nerdeyiz? Sahip olduğumuz, olduğunu zannettiğimiz ilim, bizi ne ölçüde, hangi seviyede Allah’a götürüyor? Malumatımızın çoğalması, akademik kariyerlerdeki unvan sıçramalarımız; acaba aynı ölçüde Allah ile irtibatta farklılığa, irtibatın düne nisbetle daha da derinleşmesine sebebiyet verdi mi? Cevabımız evet ise problem yok demektir. Ama ya hayır ise?

Sonra soruya geçildi. Ben soruyu değil de soruya verilen cevaptaki bir noktayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Niçin soruyu söylemiyorum; bana göre umumi manada değerlendirilebilecek cevabın, sorunun çizdiği çerçeveye sıkıştırılmasını istemiyorum. Zira usul ilminde yerini alan kaideye göre “sebeb-i nüzul veya vürudun hususiyeti hükmün umumiliğine mani değildir”. “Sen söyle, soruyu da bilmek istiyoruz” diye itiraz edebilirsiniz benim bu düşünceme. Haklı bir itiraz bu ama herkes için geçerli değil. Onun için soruyu söylemeyip dar bir alana sıkıştırılması gereken dediğim cevabın o bölümüne geçeceğim.

“Emanet” dedi Hocaefendi. Emanet deyince öyle zannediyorum ki yüzde doksanlara varan ölçülerde herkesin aklına, sahibine iade edilmek üzere bir şahsa veya kuruma teslim edilen mal akla gelir. Enteresandır, hıyanet ayrı bir kelime ve kavram olduğu halde emanet dendiğinde o da akla gelir. Çünkü emaneti hıyanet ile birlikte düşünürsek, üzerine bir de örnekler ilave edersek çok daha iyi anlaşılır.

Bu girişten, emanetin bambaşka bir manada kullanıldığı sonucuna varmış olabilirsiniz. Doğru; Hocaefendi ayrı bir manada kullandı emaneti ve dedi ki: “İslam dini bize bir emanettir. Hiç kimsenin tek başına sahip çıkamayacağı, benim diyemeyeceği, Hz. Âdem’den bugüne, peygamberinden sıradan müminlere varıncaya kadar herkesin hakkı olan bir büyük emanet hem de. Öyleyse o emaneti muhafaza etmek ve gelecek nesillere teslim etmek zorundayız.”

Sonra döndü, bu konuda dikkat edilmesi gerekli bir hususa özellikle vurgu yaparak dedi ki: “Etrafınızda binlerce sizi düşman bilen küffar ve hüssad var. Kur’an’ın tabiriyle hain gözler var. Sizlere kötülük yapmak için fırsat kolluyorlar bunlar. Öyleyse mebdeden müntehaya her şeyi çok iyi planlamalı ve ona göre adım atmalı. Aksi halde…”

MESELELERİ BENLİĞİMİZE BAĞLAMAYALIM

Yani siz plan, proje bağlamında size düşeni yapmaz, etrafınızda var olan bu düşmanları ve düşmanlıkları hesaba katmadan, herkesi kendiniz gibi bilerek yürümeye durursanız; gelirler gulyabaniler gibi önünüzü keserler. Şaşırmayın! Varlığınıza dahi tahammül edemeyen ve bunu umuma açık yerlerde üstü kapalı ama umuma kapalı yerlerde üstü açık bir şekilde ifade eden insanlardan ne bekliyordunuz ki? Bu ara fasıldan sonra yeniden “aksi halde” deyip devam edeyim; “Aksi halde; emanete hıyanet etmiş olursunuz.” Anlaşılan o ki, başını önüne eğip ya da at gözlüğü takıp ilerleme değil, etrafı kol-kolaçan etme, çevrenin düşünce ve hissiyatlarını kontrol etme öncelikli şart.

“İkinci bir şey daha” dedi Hocaefendi, emaneti koruma adına. “Deryada damla olan amelinizle yapılanlara sahip çıkmayın. Meseleyi kendinize bağlamayın. ‘Ben yaptım, ben tuttum, ben buldum, ben olmasaydım’ demeyin. Eğer meseleyi kendinize bağlar, ben merkezli götürürseniz; yine ihanet etmiş olursunuz.”

Sonra ses tonunu sertleştirdi ve salonda alınan nefeslere dahi hakim bir edayla: “Meselenin popülizme tahammülü yoktur. Dinin muhafazası peygamber mesleğidir. Öyleyse tıpkı peygamberler gibi fevkalade hacalet, fevkalade tevazu içinde ‘ben yokum’ demesini bilmelidir insan. Hatta eğer benim varlığım bu emanetin muhafazasına ve gelecek nesillere intikaline zarar verecekse, ‘Canımı hemen al Allah’ım!’ demeli, bunu diyecek kadar mert olmalıdır. Ama varlığı bir arpa boyu emanetin korunmasına destek verecekse o zaman da ‘Yaşat Allah’ım beni’ demelidir.”

Bu sözlerden sonra ses tonunu indirdi ve sözlerini şöyle tamamladı: “İmana vabestedir bu. Ben, ben, ben diyenlerin bu meselede yapacakları hiçbir şey yoktur. Bugün gürül gürül aksa bile yarın biter böyleleri. Çünkü bu meslek nefy esası üzerine kuruludur. Yok, yok olmalı ki var olsun.

Aynı çerçevede üçüncü bir teklifi daha oldu Hocaefendi’nin. İstişare, şura, meşveret. “Zaten temel bir mesele bu” diyebilirsiniz. Haklısınız. Ben onu değil de istişareye getirdiği açılımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Dedi ki: “İstişare, icma hasıl eder. İcma hasıl olmazsa egolar devreye girer ve karşınıza egosantrik insanlar çıkar.”

Kısa bir izahla bitireyim; egoist; bencil, hodbin, kendi çıkarından başkasını düşünmeyen ve bunun uğruna herkesi ve her şeyi feda edebilen insan demektir. Egosantrik ise psikolojik bir özelliktir ve her türlü hadiseyi kendisi ile ilişkilendiren, her şeyin merkezine hep kendisini koyan ve kendisini gören insandır. Dikkat ederseniz, Hocaefendi egoist demiyor, egosantrik diyor. Farkı fark edin lütfen.

Sözü tekrar başa alıyorum; “Bilinmesi gerekli şeylerin başında O gelir.” demişti ya, işte oraya. O cümlelerini Hocaefendi bir dua ile bitirmişti; ben onu sona sakladım. “Allah, bize kendisini nasıl bilmemiz gerekiyorsa öyle bildirsin.” Sanırım problemlerin başı da, çözümün kendisi de bu dua cümlesinde yatıyor. Biz hakkıyla Allah’ı bilsek, bilinmesi gerekli şekliyle O’nu tanısak, ne egoist oluruz ne de egosantrik.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.