Allah var!

Allah var!” Sıradan bir cümle bu. Malumu i’lam ve ilan. Allah’a inanan bir insan için hakikatin ta kendisi. Ama bu iki kelimelik cümlenin söylendiği zaman, mekân, söyleniş gerekçesi ve söyleyenin kimliği ona sıra dışı bir mahiyet kazandırıyor. Bununla bitmiyor; devamı da var bu cümlenin; aşağıda ortam tasvirini yaparken yazacağım.

Az da olsa yaşamışımdır ben hayatımda böyle anlar. Hiç unutmam Ankara İlahiyat yıllarında bir himmet toplantısında, misafirlere yemek, çay, kahve ikramında hizmet etmek için bulunuyorduk. Yemekten sonra salonda konuşmacıyı bekliyoruz. Hocaefendi değil, başka birisi. Salona girdiğinde bir sessizlik oldu. Kalabalığı yararak kürsüye geldi ve euzu-besmele çekti konuşmasına başlamak için. Hani derler ya; gökkubbe üzerime çöktü; aynen öyle; vücudumdaki bütün tüylerim diken diken oldu. Ürperdim, titremeye başladım. Aman ya Rabbi! Neydi o ses, seda, eda? Nasıl bir euzu besmeleyi seslendirişti bu? İnanın bilmiyorum ama o ses hançer olmuş kalbimin derinliklerine saplanmış; kan olmuş damarlarımda dolaşmıştı adeta. Çok kısa süren bu hal geçtiğinde gözyaşlarımın yanaklarımdan aşağıya doğru sızdığını hissettim. Aradan 30 yıl geçmiş olmasına rağmen şimdi bu satırları yazarken aynı hissiyatı yeniden yaşıyorum.

Zangır zangır titremeye başladım

Benzeri bir hali akşamdan sonra 15-20 kişinin bulunduğu salonda yaşadım. Dün ve bugün ülkemizde yaşanan hadiselerden hareketle bazı değerlendirmelerini paylaşıyordu Hocaefendi. Yaptıkları hizmetlerle şereflerine şeref katan şerîflerin ağırlıklı olduğu salonda, sorulan sorular sohbetin rengine renk, desenine desen katıyor ve muhabbet derinleştikçe derinleşiyordu. Hocaefendi’nin ses tonu her zaman olduğu gibi örnek olarak sunduğu hadiselerin sevindirici veya üzücü mahiyetine göre değişiyordu. Misallerden birisi yıllar öncesine aitti. Herkesi eleme, kedere, hüzne gark eden o hadiseyi paylaştı ve bugünle mukayese etti. Sonunda sözü her şeyi bilen ve gören Allah’a getirdi. İşte ne olduysa tam o anda oldu. Hece hece, harf harf “A-l-l-a-h var!” dedi; dedi ama ne deyiş! İnsanın ciğerlerini delip geçen bir mızrak, kalb hamurunu inceden inceye yumuşatan bir su, zihninin tüm fakültelerini işleten bir elektrik akımıydı sanki. Siz bu manzarayı tahayyül edin ve isterseniz başka bir teşbihte bulunun. Ben yıllar önce olduğu gibi vücuduma hakim olamadım. Zangır zangır titremeye başladım.

Başa dönüyorum. Salondayız. Yatsı ezanı okundu. Namaz kılınacak ama hatırlı misafirlerin varlığı 15-20 dakika bile olsa birlikte oturmayı gerektiriyor. Kimsenin böyle bir beklentisi yok; yok ama Hocaefendi’nin terbiyesi, nezaketi buna mani. Oturduk yatsı ezanından hemen sonra salonda. İlk cümlesi ilk peygamberlerden beri vârid olan bir beyan “Haya etmiyorsan; istediğini yap.” Önce Arapça ibaresini okudu, sonra Türkçe tercümesini yaptı ve kısa bir müddet sustu. İkinci cümlesi, Efendimiz’in (sas) Süheyb b. Sinan için söylediği hadisti: “Süheyb ne güzel bir insandır! Allah’tan korkmasaydı bile, yine de O’na isyan etmezdi.” Allah’tan korkmama, O’na karşı saygı beslememe diye bir şey söz konusu değil tabii ki. “Farz-ı muhal” dediğimiz türden, mesela diyerek çoğu zaman kullandığımız farazî bir beyan bu.

15-20 saniye kadar yine sustu ve ardından kısık bir sesle “haya yetimi” dedi. Geçen günkü sohbetinde de “insanlık yetimi” tabirini kullanmıştı hem de “İlk defa aklıma geldi.” kaydını düşerek. Orada şunu diyordu: “Dedikleri şeylerde mukabele-i bi’l misilde bulunmazsınız; üslubunuzu bozmazsınız, insanlığınızdan fedakârlıkta bulunmazsınız, insanlık yetimi olarak yaşamaya kendiniz mahkûm etmezsiniz.” Haya yetimi sözünde de muhataplar aynıydı ve bunu anlamak için kâhin olmaya gerek yoktu. Beklemeye koyulduk bakalım bu girizgâhtan hareketle neler söyleyecek diye. Hiçbir şey demedi. Salonda bulunan birisinin babasının alzheimer rahatsızlığından hareketle bir soru ile konuyu değiştirdi.

Konu değişse de sohbet devam ediyor. O hastalıktan hareketle “Eko sistemi alt-üst ettiğimiz için mi oluyor?” dedi salonda bulunan bir doktora. Zihin ataletinden, düşünmeme hastalığından dem vurdu. Alvar İmamı’nın ilerleyen yaşına rağmen zehir gibi işleyen hafızasını anlattı. Sonra söz döndü-dolaştı yine Türkiye gündemine dayandı. Tefe’ül etmek için Kur’an’ı istedi. Kur’an elde, gözler konsantrasyon adına kapalı ve dudaklar dua ile kıpır kıpır. Çıkan ayet Enbiya Sûresi 102. ayet: “Onlar cehennemin hışırtısını bile işitmeyecek, canlarının çektiği nimetler içinde ebedî kalacaklardır.” Devamı var bu ayetin: “O en büyük dehşet (sûra ikinci üfleyiş) dahi onları tasalandırmaz. Melekler onları; “İşte size vâ’d olunan gün bugündür!” diye karşılarlar.” Ne düşündü, ne hissetti bilmiyorum; çünkü bir şey söylemedi. Tebessüm de mi etmedi? Çok dikkat ettim; etmedi. Cefa ve safayı, kahrı ve lütfu bir bilen insanların şe’nidir bu zaten. Yeminle söylüyorum etmedi, sadece sustu. Susarak konuşmayı, harf, kelime, cümle kalıpları ile konuşmaya tercih etti.

Bu sessizlik esnasında yukarıda şerîf dediğim insanlardan birisi, bazılarının hukuksuzluklar karşısında takınılan tavırdan dolayı şükran duygusu içinde bulunduklarını iletti. Kendilerinin konuşmaya bile cesaret edemedikleri konusundaki itiraflarını dile getirdi. İşte burada tebessüm etti Hocaefendi; hem de çok acı bir tebessüm. “Bazı gerekçeler” dedi ilgili şahıs. Belli ki zulme karşı susmasını kendine göre meşru gösterecek, güya kalbini tatmin, vicdanını rahatlatacak şeylerdi bunlar. Dinledi Hocaefendi sabırla ve dedi ki: “Hissiyât-ı insaniye ile kükremesi lazımdı.”

Bu defa ben acı acı tebessüm ettim. Tanıdığım o zat için üzüldüm, acıdım. Keşke dedim, böyle bir finali göğüslemeseydi. Neden mi? Çünkü Hocaefendi’nin “Hissiyât-ı insaniye ile kükremesi lazımdı.” demesi, -halk tabiriyle söyleyeceğim- öyle “kolay yenilir yutulur” cinsten bir lokma değil. Hakkı gösteren vicdan aynasının solduğunun göstergesi. İnsanda vicdan aynası solarsa insanlık da, insanlığa ait hissiyat da solar gider.

‘Er-geç ortaya çıkar ve bilinir’

İş bu noktaya gelip dayanınca; dikkat kesildim bakalım Hocaefendi başka ne diyecek diye. “O kadar kadîm dostluğumuz var.” dedi ve yine sükût murakabesine daldı. Kendisi için değil, o ve onun gibiler için üzüldüğüne eminim. İşte tam bu aşamada dedi: “A-l-l-a-h var!” Ama öyle bir deyişti ki yazının başında da anlattığım gibi insanın uyuyan genlerini bile harekete geçiren bir deyişti bu. “Allah, yerimizde durmaya muvaffak kılsın. Hava fırtınalı, deniz dalgalı vs. der ve gevşersek savrulur gideriz.”

Kalkacaktı artık. “Tatlı ikram edin misafirlere.” dedi; dedi ama aklı o “kadîm dosta” takılmıştı. Cübbesini toparlayıp kalkarken cahiliye şairi Züheyr b. Ebi Sulma’nın şu beytini okudu: “Herhangi bir kimsenin gizli bir huyu varsa, varsın o huyunun gizli kalacağını zannededursun, o er-geç ortaya çıkar ve bilinir.”

Ben de cahiliyede ahiret inancı olduğuna dair delil gösterilen yine aynı şairin bir başka beytiyle yazıma son vereyim: “İçinizde olanı, Allah’tan gizlemeye çalışmayın. Ne kadar gizleseniz de Allah onu bilir. Yaptığınız şeyler bir kitaba konulur; ya hesap gününe saklanır ya da hesabı çabuk görülür.”

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.