Ölsek de değer

Aşağıda gerçek hayattan bir hikâye okuyacaksınız. Her gün yüzlercesinin, binlercesinin yaşandığı hayat hikâyesi.
Hikâye deyince sakın aklınıza edebiyatta şiir, roman, hikâye diyerek ifade ettiğimiz anlatım türleri gelmesin. Oradaki hikâyelerin -şimdilerde öykü deniyor malum- hakikatle irtibatı olmazsa olmaz şartlar arasında yer almıyor. Bazen bütünüyle hayal mahsulü bazen bir kısmı gerçek olsa da okuyucuya verilmek istenen mesaj merkeze alınarak aradaki boşluklar yine hayal ve kurguya dayanıyor.

Hadise Orta Afrika’nın şimdi ikiye bölünmüş bir ülkesinde geçiyor. Baba ikindiye doğru çocuklarını almak için tam okula gittiğinde şehirde iç savaş patlak veriyor. Günlerce, aylarca belki de yıllarca öncesine dayanan hazırlıklar, tırmanan ve tırmandırılan gerginlikler oyunun sahne alması ile başlıyor. Oyun dedim; zira herkes bunun bir oyun olduğunu o gün de biliyordu, bugün daha net biliyor. Fakat oyun gerçek hayat sahnesinde oynanıyor; tiyatro sahnesinde değil. Ölenler de, öldürülenler de, ölüm de gerçek. Gerçek ama öldüren neden öldürdüğünü, ölen de neden öldürüldüğünü bilmiyor. Uzun sözün kısası binlerce insan günler boyu sokaklarda, caddelerde, evlerde birbirlerini öldürüyor.

Çocuklarını okuldan almaya gelen babanın evi okula mesafeli bir yerde. Tabii ki bu kargaşada okula sığınıyor. Anne evde tek başına.
Yapılan telefon konuşmalarında, “merak etme biz sağ salim okula sığındık, sen de kapıları, ışıkları kapat, kimseye kapıyı açma, pencereden bile bakma” ve tabii ki “duaya sığın” tavsiyeleri yapılıyor. Diyor ki hadisenin kahramanı; “Belli bir müddet geçti; müthiş bir sekine hasıl oldu. Sanki semadan inen bir huzur, içimi bütünüyle kapladı ve ne merak ne heyecan, müthiş bir rahatlık içinde kendimi buldum.” Yaşayanlar bilir elbette; ama anlaşılan o ki gerçek tevekkülü yaşamış. Hicret esnasında mağaranın önüne kadar gelen müşrikler karşısında Efendimiz için heyecanlanan Hz. Ebu Bekir’e Efendimiz’in söylediği; “İki kişi hakkındaki zannın ne ki, onların üçüncüsü Allah’tır.” sözünde kendini bulan tevekkül.

Saniyelerin dakikalar, saatler, asırlar olduğu bu zaman diliminde ne kadar geçtiği bilinmez; telefon çalar. Silahlı ayaklanmada taraf olan bir grup apartmanın kapısına dayanmış ve biraz sonra kapıyı çalacaklardır. Anne, bari çocuklarımın sesini son kez duyayım, kocamla helalleşeyim diye telefon açar. Duyar da seslerini. Kocasının “kapıyı kapat” telkinleri, itminan ve güven bahseden “merak etme, Allah çıkar yol gösterecektir, sen kapıyı kilitle” tembihleri ile telefon kapatılır. Ve mucize gerçekleşir; dışarıdan duvar görünümünde olan kapının önüne gelip geri döner müsellah insanlar.

Bu arada bir taraftan bunlar yaşanırken, diğer taraftan dua istenir Hocaefendi’den. İtminanın, sekinenin ve nihayetsiz güvenin ardında bu duanın olduğunu söylüyor hadisenin kahramanı. Daha sonra hadise bütün teferruatıyla kendisine anlatıldığında Hocaefendi’nin şu sözü önemli: “Ölsek de değer.”

İşte bu sözü aktarmak için yazdım bu hikâyeyi. “Ölsek de değer!” niçin, adını-şanını bilmediğimiz, dilinden-dininden haberdar olmadığımız, yıllar ve asırlar boyu Batı dünyasının sömürgeci güçlerinin zalim kanatları altında inim inim inlemiş Kara Kıta’nın kara talihli insanlarına yardım etmek için. Daha kısa ifadeyle insanlık için, zulme son vermek için ve bu yolla Hakk’ın rızasını kazanma hedeflendiği için, yani Allah için.

Dünyevî ve uhrevî bu hedefler yakalanabilir mi? Zulüm orada son bulur mu, insanlar derilerinin rengine değil de insan olmalarına göre muameleye tabi tutulurlar mı, tabii haklarına Batılı insanlar ölçüsünde sahip olurlar mı, bu uğurda canhıraşane mücadele edenler de Hakk’ın rızasına kavuşurlar mı? Hedef bu. Dakar’da bir öğretim görevlisinin söylediği gibi “bu disiplinli çalışma devam ederse” niçin olmasın. Hatta o profesör disiplinli çalışmanın altında yatan yegane unsurun iman olduğunu söyledi bana. Aynen katılıyorum. Öyleyse şöyle düzeltelim cümleyi; bu iman Akif’in ifadesiyle sinede yük değil de sineyi harekete geçiren bir faktör olduğu, bu rolünü devam ettirdiği takdirde niçin olmasın.

Afrika çok farklı ve çok renkli bir dünya. Tek bir Afrika yok karşımızda. Her ülke, her kabile, her ırk, her iklimin kendine has özellikleri olduğu gibi yukarıda belirtilen zulme son hedefine ulaşmak için de farklı metotlara müracaat edilmesi gerekli olan bir kıta.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.