Korkusuz yürekler

Üstad Hazretleri, Yirmi Üçüncü Söz’de diyor ki: “İman, hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imânın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.”

Halbuki “İnsanda en mühim ve esaslı bir his, korku hissidir. Dessas (sinsi hilekâr) zâlimler bu korku damarından çok istifade etmektedirler. Onunla, korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri (ajanları) ve ehl-i dalâletin propagandaları, avâmın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar. Korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar. Mesela, nasıl ki damda bir adamı tehlikeye atmak için dessas adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen bir şeyi gösterip, vehmini tahrik edip kova kova tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi; çok ehemmiyetsiz evham ile, çok ehemmiyetli şeyleri feda ettiriyorlar. Hatta bir sinek beni ısırmasın diyerek, yılanın ağzına girer.”

İşte bunun için ihlâs ve tahkiki iman gerekir. İman-Kur’an hizmetinin çağımızın öncüsü Bediüzzaman Hazretleri “Dünyayı başıma ateş yapsalar, bu baş zındıkaya eğilmeyecek ve onlara teslim-i silah etmeyecektir!” diyerek meydan okumuş, hapishaneden hapishaneye, sürgünden sürgüne gönderilmesine rağmen geri adım atmamış ve dimdik durmuştur.

Zaten yazdığı eserlerde de o hakiki imanın bütün esaslarını derin derin ve nakış nakış işlemiştir.

Üstad Hazretleri, tahkîkî iman hakkında, Kastamonu Lâhikası’nda şöyle diyor: “Bu nevi iman-ı tahkîkî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirâyet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden (yok olmaktan) mahfuz kalıyor. Bu îman, iman-ı tahkîkînin ulaşılmasına vesile olan bir yolu, velâyet-i kâmile ile keşif ve şuhûd ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir.”

“İkinci Yol: İman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyzi ile, bürhânî ve Kur’ânî bir tarzda akıl ve kalbin imtizacı ile hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilme’l-yakîn ile iman hakikatlarını tasdik etmektir. Bu ikinci yol, Risale-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebeleri görüyorlar.”

Bu hususta başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum:

Kur’an kursu hocası olan Muzaffer Çekbaş, okuttuğu talebelerin hatim duasına davet etmişti. Mezuniyetimden sonraydı… İzmir’den Manisa Sarıgöl’ün Koçaklar köyüne gidecektim. Mevsim bahardı. Otobüse binince boş durmayayım, diye elime ‘Âyetü’l-Kübrâ Risalesi’ni aldım, tefekkür ede ede okumaya başladım. Cam kenarında oturuyordum. Kâinattan Hâlıkı’nı soran seyyahın müşahedelerini hem kitaptan hem de fıtrat ve tabiattan tefekkürle takip ediyordum. Kendimi öyle vermiştim ki, sanki radyonun avazı çıktığı kadar bağırması bile hiç tesir etmiyordu. Sâlihli’ye girerken öyle bir ruh hâli kazandım ki, bütün dünya karşıma dikilse bunun sinek kadar ehemmiyeti yoktu. O anda bunu tamamen hissediyordum. Bütün vücudum zerre zerre ihtizaz halindeydi… Sanki her parçam zikrediyordu. O gece sabaha kadar uykuya varamadım. Evet, kâinata meydan okumak nedir, böylece iliklerime kadar hissetmiştim… Yani tahkiki imanın kazanılması için Risale-i Nurlarda her şey var… Onlar, ilhâmat-ı Kur’aniye, sünuhat-ı Kur’aniye, istihracat-ı Kur’aniye ve istinbâtât-ı Kur’aniye’dir. Onun talebeleri inşallah bu sırra mazhardırlar… Onun için bu deliyürek, korkusuz yüreklere inşallah kimse yollarından çeviremez…

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.