Antakya’da Suriyeli olmak

Daha yenilerde yolum düştü Antakya’da soluklandım. Havasını solumayı, dağların arasında uzanan eski ve yeni sokaklarında adımlamayı; dinler, diller ve kültürler arası kaynaşmanın o güzel yüzüne tanık olmayı yine sevdim. Bir ‘medeniyetler şehri’ olarak dünyanın zenginliklerine kucak açabilmiş nâdir mekânlardan biri. Bugün hâlâ tüm canlılığıyla, hatta eski canlılığına çok daha fazlasını katarak varlığını sürdürmeye devam etmesi tarihselliğini de gün yüzüne çıkarıyor.
Bir sınır kenti. Bir sahil kenti. Geniş bir bölgeyi kaplayan bir tarih kenti Antakya, bugünlerde daha bir hareketli. Uzun Çarşı’ya doğru bir yürüyüş yaptığınızda bu hareketliliğin başka bir yüzünü görebiliyorsunuz. Bir şekilde Suriye’den gelip hayatlarını sürdürmeye çalışanların görüntüleri bunlar. Hiç garip karşılamıyorum bu manzaraları ve kulağıma gelen Arapça kelimeleri. Alışkınım. Antakya çok dilli olmayı başarmış ve kabullenebilmiş bir şehir oldu hep. Sokaklarında oynayan çocuklarından tutun da, tablasındaki meyveleri satmaya çalışan satıcıya kadar pek çok kişinin kullandığı bir dil Arapça. Mağazalarında, marketlerinde, pazar yerlerinde, parklarında, bahçelerinde ve çoğu tabelasında kullanılan bir ikinci dil. Bölücülük amacı taşımadıktan sonra neden olamasın bu beraberlik?

Belki de bu özellik nedeniyle Suriyeliler kendi toprakları dışında çok zorlanmadan tutunabildiler hayata bu şehirde. Kimisi pazarcı, kimisi satıcı, kimisi tezgâhtar, kimisi kasiyer, kimisi de dükkân sahibi… daha ne ayrıntılar vardır üstelik benim gözümden kaçan. Birkaç günlüğe sığdırılmış bir ziyaret ertesi bana kalanlar sadece bunlar. Kalabalığına başka renklerin katıldığını görmek heyecan verici olmakla beraber, şehrin samimî kucaklayıcılığına şâhit olmak tarihine saygı duyduğunun bir göstergesi bana göre. Şehir, “İnsanlar tüm farklılıklarıyla beraber kavgasız yaşayabilirler” başlığını atıyor her köşe başında. Asi’nin ikiye böldüğü şehrin manzarası sanki eski ile yeninin birbirinden ayrılması gibi duruyorsa da üzerinden geçen köprülerle birlikteliğin devam ettiğini vurguluyor sanki.
“Neler değişmiş?” diye bakınırken cadde boylarına, dağ eteklerine; gelişimin ya da değişimin çok da hızlı hareket etmediğine tanık oluyorum bol rüzgârlı şehrimin. Ufak ayrıntılarda ufak farklılıklarla beni karşılarken, yıllarca dağ yamacından seyrettiğim bu şehrin yakın zaman içinde bir teleferiğe sahip olacağını öğreniyorum. Doruklarında yükselen kale kalıntılarına uzanmak için uzun bir araba yolculuğu yapmak gerekiyor çünkü. “Görsellik adına atılmış başka bir adım” diye düşünüyorum. Amik Ovası’na kurulan Hava alanına çok yenilerde kavuşması bile oldukça garip geliyor insana, bu denli büyük bir bölgenin. Uç bir bölgede olması mıydı unutulmasına sebep, yoksa özellikle mi unutuldu bu güzel şehir? Bazı şeylere geç kalınmış olsa da her güzelliği hak ettiğini düşündüğüm şehir Antakya. Dağların şehirle dansını seyretmek için ille de zirvelere tırmanmak gerekmiyorsa bile dileyene bu fırsatı vermek de başka bir kazanım elbet.

Geçen yıllarda günde iki-yüz-elli araç giriş yapıyorken sınır kapısından, şimdilerde birkaç kamyon göze çarpıyor sadece. Yollarda Suriye plakalı araçlara artık rastlanmıyor. Çarşılarda satılan Suriye ürünleri tükenmiş. Şimdilerde kaçanlara kucak açmış bir şehir görüntüsüne bürünmüş Antakya. Yine de yaşanan onca gerginliğe rağmen insanların yüzünde hiçbir korku ve endişe belirtisi yok. Herkes günlük hayatına aynı şekilde devam ederken, yine her gece her yamaçtan yayılan düğün sesleri buluşuyor semâda. Rüzgâr uzaklardan katıp önüne mutluluğun belirtilerini taşıyor her yöne. Hüznü ve acıyı bir parça da olsa azaltmaya çalışırken, şehir kucaklıyor insanları gün doğarken tüm heyecanıyla.

Ve Antakya’da Suriyeliler kendilerini hiç yabancı hissetmiyor…

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.