Paket program

Ne olacağını, nereye varacağını kestiremediğim için ben de modaya uyarak bir sıfat ilâvesiyle “ifritten süreç” demiştim önceleri. 17 Aralık sonrası Hizmet’e karşı hınçla, gayzla, kinle, nefretle, öfkeyle ancak açıklanabilecek akıl dışı söylemler ve uygulamaların bir plan dahilinde olmadığını düşünüyordum.

Anlık tepkiler, reaksiyoner çıkışlar, birilerinin dediği gibi “siyasetin ahlakı” demesem de siyasetin doğası diye düşünmüştüm. Meğer ki yanılmışım. Hepsi de bir plan ve program dahilindeymiş. Bugünler dünde planlanmış. Vakt-i merhûnu geldiğinde yapılacak kökten kazıma işlemi için gerekli olan siyasi, ekonomik, hukuki taşlar kaldırım misali teker teker döşenmiş. Karşılaşılması muhtemel çıkışlara yönelik alternatifli projeler geliştirilmiş. Dolayısıyla nerede başlayacak, nerede bitecek, ne zaman, kime, ne yapılacak türünden her şey baştan planlanmış. Bu türlü operasyonlara süreç denilemez, paket daha doğru bir isim.

Şimdilik adı yok bu paketin. 28 Şubat’a daha sonraları “postmodern darbe” denildiği gibi bir gün gelecek ve adı mutlaka konulacak. Kim, ne zaman koyar ve ne der bilemem ama şimdilik ben ifritten süreç yerine “paket program” demeyi tercih ediyorum.

Tuhaf zamanlardan geçiyor ülkemiz. Şimdiye kadar geçmediği ölçüde tuhaf. Dini ve ahlaki değerler büyük ölçüde yerle bir edilmiş durumda. Onlarda meydana gelen zarar birkaç nesilde düzeltilemez. İdari bağlamda bugünümüzü, yakın ve uzak geleceğimizi ilgilendiren yönetim sistemi ile alâkalı hemen her türlü değer altüst olmuş durumda. Dinin içi boşaltıldığı gibi devletin, hukukun içi de boşaltılmış vaziyette. Sevgi Akarçeşme’nin isimlendirmesi ile “keyfokrasiden mafyokrasiye” doğru evrilen bir çizgi bu. Sosyal bilimlerdeki adıyla “competitive authoritarian regime” yani rekabetçi otoriter rejim. Hukuka aykırı kanunlar hatta o aykırı kanunların dahi yer yer işletilmediği bir devlet düzeni. “Siyasetin ahlaksızlığı” hayatın merkezine oturmuş. Milletvekili olmak için istifa eden yüzlerce devlet görevlisi insana “Günaydın Türkiye’m” dedirten ayrı bir problem. Hasılı; sistematik bir problemle karşı karşıyayız demek yeterli değil; aksine sistematik bir problemle iç içe yaşıyoruz.

28 Şubat sürecinde tecrübeli bilge siyasilerden sürekli duyardık; devlet aklı. Gidilen yolun yol olmadığını ifade ederken hep devlet aklına vurguda bulunurlardı. Bugün konuşma cesareti gösterebilseler ne derlerdi bilmiyorum. Konuşma cesaretini gösterenler devlet aklını yitirdik diyorlar. Ben ilave edeyim. Ortak aklı da yitirdik, toplumsal vicdanı da yitirdik. “Ya bendensin ya da hainsin” zihniyetinin hüküm sürdüğü bir zeminde başka ne diyebilirsiniz ki? Aslında susmak en güzeli. Söz anlamını çoktan yitirmiş.

Rasyonaliteyi lügatlerimizden silmek zorundayız gibi geliyor bana. Çünkü toplumsal gerçekliği neredeyse yok. Efsunlanmış gibiyiz. Gerçekleri görmüyoruz her nedense. Yalancının yalanını saran yamacıların rolü var elbette. Onlarca ekranda her gün yapılan gerçeklerin üzerini örtme operasyonu gerçekleştiriyorlar çünkü. Millet adına denetim yapan mekanizmanın adı olan bir kısım medya, varlık sebebini inkar edercesine milletin özgür haber alma hakkına tecavüz ediyor. Hakikate her gün darbe yapıyor.

Şahsi sorumluluk nerede?

Ama suçlu sadece onlar değil, hepimiziz. Suçu onlara atıp kenara çekilemeyiz. Nerede şahsi sorumluluk? Allah “Neden verdiğim aklı kullanmadın?” diye sormaz mı yarın rûz-u mahşerde. Adnan Aslan Bey söylüyordu geçenlerde Ufuk Turu programında; “Anlamak zordur, karar vermek kolaydır.” diye. Ardından ilave ediyordu; aklın bütün bütün işlevsizleştiğine vurguda bulunarak “bir yerlerde verilmiş kararları tekrar etmek daha kolaydır.” Katılmamak mümkün mü? Gözünün önünde cereyan eden hadiseleri bile anlamakta zorlanan, anlayanlara kulaklarını tıkayan bir kesimden söz ediyoruz. Hatta anlamamakta ısrar edip soğuk savaş yıllarında üretilen iç düşman konseptinin “hain” söylemlerine ve iftiralarına sarılmış, olmayan devlet aklı.

Her neyse; yazıya giriş sadedinde olsun istedim oldukça uzadı. Hocaefendi’nin oradaydım. O da dertliydi bu durumdan. “Yığınların sessiz kalması bir tarafa, bir de müdafaa ediyorlar, işte bu çok şaşırtıcı.” dedi. “Dış yüzü itibarıyla kapkaranlık günlerden geçiyoruz. Allah’ın muradı nedir bilmiyoruz.” diye de ilave etti. Tam bu esnada birisi devreye girdi ve Âl-i İmrân Sûresi 153 No’lu ayetini hatırlattı. Önce ayet mealini vereyim; sonra yaptığı bir cümlelik yorumu. Ayet Uhud Savaşı’nda yerlerini terk eden okçuların sebebiyet verdiği sıkıntılı anı resmediyor. Tam ikbale yürürken birdenbire rüzgârın tersine dönüp idbare döndüğü o anda Hz. Peygamber’in (sas) sağa sola savrulan ashabına yaptığı çağrıyı anlatıyor: “Peygamber arkanızdan sizi çağırırken siz durmadan dağa yukarı kaçıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. Bunlardan dolayı Allah, size keder üstüne keder verdi ki elinizden gidene ve başınıza gelene üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” Ayet bu. Açık, sarih ve net. Evrensel ve tarih üstü mesajları ile bize yön veren bu ayetin hiç şüphesiz günümüze bakan birçok yönü var. Ama Hocaefendi susuyor. Ne diyecek diye merakla bekliyoruz. Sadece bir cümle söyledi: “Sosyolojik bir gerçeğe işaret ediyor.”

Neden sükutu tercih etti diye sordum kendime. Cevabı kolay bu sorunun bana göre. Düşüncelerinizi temellendirdiğiniz ayetleri 14 asır öncesinin Ceziretü’l-Arab’ına hapseden ve ardından “Kur’an’da arkeolojik kazı yapıyorsunuz.” diyen bir zihniyet var karşıda. “Ahiret mahiret değil kardeşim, ben bu dünyada adalet istiyorum.” diyen söyleme sahip olan bir kesim değil bunu söyleyen. İlahiyat mezunu, elinde kalemi ile yıllardır halka nasihat eden birisi bu maalesef. Düşüncem şu; ihtimal böyleleri gözünün önüne geldi ve onları daha fazla günaha sokmak istemedi. Kader nasıl olsa hükmünü icra ediyor. Nitekim arkeolojik kazı söyleminin sahipleri de ürkek ve çekingen bir tavırla hafif eleştirel tonda yazmaya başladılar. Vicdanları harekete geçti herhalde.

Kader hükmünü icra ediyor dedim. Evet ediyor. İlmek ilmek dokuyor hükmünü kader. Mukadder bir son var. O sonu beklemek en güzeli. Tıpkı 154. ayette anlattığı gibi. O her şeye nigehbân. Nitekim Hocaefendi’nin “sosyolojik gerçeğe işaret ediyor” dedikten sonra tam 3 defa “Hasbunallahu ve ni’mel vekil” demesi bunun göstergesi. “Kader rüzgârları sert esiyor; bize düşen rotayı iyi belirlemek. Gemiler bizim isteklerimize uygun bir şekilde yol almayabilir.”

Yeter ki O (cc) razı olsun

Benzeri bir yaklaşıma birkaç gün önce de şahit olmuştum. Yine iki elin parmak sayısını geçmeyecek sayıda insan vardı salonda. Bunalmış bir sinenin çok kısa bir yorumu oldu. İslam tarihindeki bir hadiseyi hatırlatarak benzetmede bulundu. Evet-hayır, doğru-yanlış demedi Hocaefendi. Çoğu zaman dediği gibi “Tarihi hadiseler aynılık içinde cereyan etmez.” tarzında bir değerlendirmede de bulunmadı. Yıllar önce kendisine talebelik yapmış o zatın ak yüzüne baktı ve “Eğer Allah bizden razıysa, Kurban Bayramı’ndaki kesime hazır kurbanlıklar gibi hazırız. Yeter ki O razı olsun.”

Çok hislendim. Aklıma Efendimiz’in (sas) Taif’te yaptığı dua geldi. “Ya Erhamerrahimin. Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabb’isin. Benim de Rabb’imsin. Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmanıma mı? Eğer bana gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam… Allah’ım. İlahi gazabına giriftar yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medar-ı salahı Nur-u Vechine sığınırım. İlahi, Sen razı oluncaya kadar Senin affına muntazırım! İlahi, bütün havl ve kuvvet Senin elindedir.”

Yeter ki O razı olsun, bu gecenin son cümlesiydi. Şimdi rızasını aradığımız Rabb’imizin huzuruna çıkma zamanı. Yatsı namazı hazırlığı içindeyiz.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.