Yetim Değerler 4 - Unutulan hitaplarımız

Yaradanın halk ettiği ilk şey nokta, varlığı gaybdan çıkarıp alem-i şehadetle buluşturduğu vasıta ise “söz” olmuştur. Vareden ilk önce, “kün” dedi. Kün; ‘var ol’ demek. Yoktan, sebepsiz, kudrete dayanarak var ol. Devam etsin var olman, lakin kayıtsız da değilsin. Dur! diyene kadar, var olmaya devam et. İlk söz inşa ile başlamış, yapıcı olmayı salıklıyor Hâlık. Sözden gaye yapıcı olmalı, hayırlı olmalı demek ki. Zaten söz sultanı da “Ya hayır konuş, ya da sus” demiyor mu?

İlk söz Var Edenden varlığa, sonra varlıktan Yaratıcıya, sonra da yaradılanlar arasında olmuştur. “Ol” deyince Hâlık, mahlukat göz kırptı ilk önce şehadet alemine. Bismillah deyip ayağa kalkınca “Elhamdülillah” dedi ilk söz olarak. Sonra kendi aralarında “Selam”, “Merhaba” dediler. Bu noktada “Söz olmasaydı, bizler, ezele ait hiçbir şeyi duyamaz ve Yüce Yaratıcı’nın, gönlümüzü, gözümüzü dolduracak esrarını anlayamazdık…” buyurur Hocaefendi. Tanıma, bilme, anlama, idrak etme hep söze bağlı. Sözün gücü ve nezaheti nisbetinde anlayış ve idrak de hasıl olmuş olur.

Ve yine bizim medeniyet sarayımız, söz sultanlığı temelleri üzerinde inşa olmuştur. En ince, en beliğ, en selis, en fasih, en bedî, en tertipli – güzel, en kapsamlı ifadelerin sahibi Kur’andır. Allah’ın (cc) kelamı. Ve Cevami’ül Kelim sahibi Efendimiz (sav). Sonra Kur’an ve Hz Peygamberin (sav) tilmizleri ki, Kur’an ve Peygamberimizin ifadelerini her asırda kaneviçe gibi işleyen edepli ediplerimiz. Ve böyle bir birliktelikle beraber, ince ince “söz”le inşa etmişlerdir medeniyetimizi.

Evet biz edebimizi, imanımızı kaybedince lisanımızı da kaybettik. Rabb’imizi sena ederken yüreğimiz hoplardı. O’na (cc) isim ve sıfat vermek haddimiz değil. Kendini hangi isimlerle isimlendirmiş ve nasıl tavsif etmişse öyle sena ederdik biz Hâlık’ımızı (cc). Esması ile, esma-i hüsnası ile niyaz ederdik seherlerde. Yunusca ifadesiyle;

Dağlar ile taşlar ile

Çağırayım Mevlâm seni,

Seherlerde kuşlar ile

Çağırayım Mevlâm seni, derdi gönüllerimiz.

Bir sıkıntı anında Ya Allah!, ya Sabır, şefkate muhtaç olduğumuzda ya Rahman!, ya Rahim!, maddi bir sıkıntıya düşünce ya Kerim!, zorlu bir mania ile karşımıza çıkınca ya Ehad!, ya Samed!, bir hastalığa düçar kalınca ya Şafi!… der ve sığınırdık Yaradana. Ne güzel, ne tatlı çağrılardı bunlar. Merak ediyorum şimdilerde karşılaştığı şeyler karşısında bir Esma-i İlâhinin gölgesinde kaç kişi gölgelenir.

Varlık sebebimiz, kainatın yaratılma vesilesi, Sonsuz Nur, Hz Muhammet Mustafa (sav)’i bütün güzel ifadelerle yad etmez miydik? Ya Resulullah!, ey Allah’ın (cc) Sevgilisi!, ey Nurların Nuru!, ey Varlığın özü!, ey Sırların Sırrı!, ey Nebiler Hatemi!, ey Hidayet Güneşi!, ey Mü’minlerin, Sıddıkların, Nebilerin, Secde Edenlerin Efendisi!, (sav) ve daha nice senakar sözler söylenirdi kürsülerde, minberlerde, eyvanlı konaklarda, gönül sofralarında…

Hanımlarımıza ifadelerimiz de bir o kadar enfes ve harika değil miydi? İbrahim Hakkı Hazretleri’nin diliyle ifade edelim; “İzzetli, hürmetli, hakikatli, adamlıklı, şefkatli, hatırlı, gönüllü, asilli, usullu, akıllı, izanlı, hünerli, marifetli, üsluplu, güzel huylu, tatlı dilli, uzun boylu – ince belli, ayıpsız hatunum, helalim, nazlı yar-ı gamgusârım, şenliğim, şöhretim.” Sonra, Refika-i Hayatım, gözümün nuru, ve daha nice unuttuğumuz iltifatkar sözler. Efendimiz (sav) Hz Aişe annemize; Humeyram (pembe yanaklım), göznurum… diye hitap etmiş ve sevindirmiştir zevcesini/zevcelerini tatlı iltifatlarıyla.

Hanımlarımız beylerine sadece isimleri ile seslenmez, şanına uygun iltifatkar sıfatlarla hitap ederlerdi. “Efendi, efendim, evimizin direği, sığınağım, merhametlim, bey, ruh-u canım, devletlim, iki gözüm,…” ifadeleri ne kadar da yuva sıcaklığında değil mi?

Biribirimizle konuşurken de adeta sanat icra eder ve Hocaefendinin ifadeleriyle “Biz birbirimize “Buyurun efendim!” der; “Evet efendim!”le saygımızı seslendirir; kendimizden bahsettiğimizde “bendeniz”le söze başlar, muhatabımızı “zat-ı âliniz” sözüyle taltif eder, tekliflerimizi “buyurun”, “lütfedin” ifadeleriyle dile getirir, oğullarımızdan söz açarken “köleleriniz” demeye özen gösterir, karşı tarafın evi söz konusu ise “devlethane” demeyi ihmal etmez, söz bizimkine gelince “fakirhane” der geçer; dediğimiz, ettiğimiz, ortaya koyduğumuz her şeyde gayet içten, ince bir tavır sergiler ve hep “edep” der oturur-kalkar, çevremize edepten buketler sunardık.”

Büyüğümüzü bilir tanır ve saygı gösterirdik. Kimdi büyük? Yaşda büyük olanlar vardı, ilimde büyük olanlar vardı, makam ve mevkide büyük olanlar vardı ve bunların hepsi büyük sayılırdı nezdimizde. Adeta saygı ve nezaket göstermek için bahane arardık. Büyüğün yanında konuşmaz, o sormadan cevap vermez, ona soru sorulmaz, sorduğu vakitte sessiz ve usulünce cevap verilirdi. Cevap verildikten önce veya sonra da “siz daha iyi bilirsiniz” demeyi ihmal etmezdik. Büyüğe ille de hâl ve hatır sorma icâb ederse; “inşaallah afiyettesinizdir” gibi ince bir üslub kullanılırdı. Konuşan kim olursa olsun nazarlar ve beden tamamen ona tevcih edilir, büyüklerin yanına izinsiz girilmez, girildikten sonra da izinsiz çıkılmazdı. Büyükler, bir topluluğun olduğu yere girerse kimsenin ayağa kalkmasına müsaade etmez ama küçüklerde mutlaka ayağa kalkmak isterdi. Büyüğümüze hitap etmemiz gerektiğinde “Efendim” veya daha başka yücelten bir ifade ile seslenilirdi.

Hasılı, bizim kendimize göre, yerine, konumuna ve zamanına uygun hitaplarımız vardı. Ve bizim hitaplarımız engin bir sevgi, konuma uygun bir saygı içerirdi. Baştan aşağı herşeye karşı çok zengin ifade şeklimiz ve üslubumuz, hem samimi ve güven verici, hem de sıcacık ve kucaklayıcıydı. Maalesef biz şimdilerde bu hitap çiçeklerimizi de arayıp bulmak, bulup nesillerimize miras bırakmak zorundayız.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.