Kestane kampında bir bayram sabahı

Hafta sonu ekleri editörümüzden “Kestane kampında bayramlar” başlığının içini dolduracak haber, izlenim ve yorumların yer alacağı yazı teklifini alınca ilk işim arşivime bakmak oldu.

Yeri gelmişken belirteyim; arşiv için yazdığım, muhtemel kitap çalışmalarında kullanmak için biriktirdiğim, tarihe malzeme olsun diye sakladığım onlarca yazım var benim.

İlginçtir tam bir yıl önce bugünü yani 2014 Ramazan bayram sabahını anlatan bir yazımla karşılaştım. Okumakta olduğunuz paragraf ilavesi ve birkaç küçük değişiklikle bu yazıyı yayınlamaya karar verdim. Sizden ricam, yazıdaki izlenim ve yorumları okurken lütfen mukayeseler yapın; “Bir yıl önce bugün ve bir yıl sonra bugün.” deyin. 365 günlük bir yıllık zaman diliminde nereden nereye geldiğimizi düşünün. İşte o yazım…

Arefe geceleri çok uzun geçiyor

Bu bayram sabahını zihnime “Sıfır problem” diye kodladım. Hikâyesini anlatacağım bu yazıda.

Gece 3’ten beri ayakta olduğunu söyledi arkadaşımız Hocaefendi’nin. Hep öyledir eskiden bu yana. Arefe gecelerini her zamankine nispetle daha fazla kıyamda, rükûda ve duada geçirir Hocaefendi. Bayram namazı, bayanların bulunduğu kata inip bayramlarını tebrik etme ve çocuklara harçlıkların verildiği çocuklarla bayramlaşmadan sonra kahvaltısını yaptı. Yorgundu ve yorgunluğu yüzünden okunuyordu. Ama sırada bekleyen başkaları var. En başta yakın akrabaları. Onlarla beraber oldu, konuştu, muhabbet etti. Bu esnada ablası ve kardeşleri ile telefonlaştı. Ardından uzaktan yakından bayram münasebetiyle gelen misafirler salona girdi. Çok fazla oturacak hali yoktu; dinlenmesi lazımdı. Bunun idrakinde olanlar da zaten oturum boyunca birkaç defa “istirahat etseniz” teklifinde bulundular. “Ramazan boyunca bu saatlerde bir şey yemiyordum, ilk defa bugün yaptım. Midem dolu. Bir hadis var; ‘tok karına yatmayın, kalbiniz kasvet bağlar’ buyuruluyor. Onun için biraz bekleyeceğim.” dedi.

Herkes birbirine bakıyor. Türkiye’nin durumu malum. Kimse Yok Mu’nun yardım toplama iznini iptal eden Bakanlar Kurulu kararı zulüm zincirine eklenen yeni bir halka ve biz bayrama onunla girdik. Çözüm süreci ayrı bir problem ülkemizde. IŞİD, meclisten geçen tezkere ve daha neler neler. Yani konuşulacak çok konu, sorulacak çok soru var eğer gündemle alakalı konuşmak istenirse.

Entelektüel, doğruyu her şeye rağmen seslendirebilmeli

Kendisi başladı muhabbete. “Entelektüel yok” dedi entelektüelin tarifini yaparak. “Entelektüel, doğruyu olduğu gibi tespit edebilen ve sonra da onu her şeye rağmen seslendirebilen insandır.” Türkiye’nin son 3 yılı ve özellikle 17 Aralık sonrasını yakından takip edenler bilir bu cümlenin adresini. Hocaefendi’nin tarifini yaptığı entelektüeli bırakın –istisnalar tabii ki hariç- entelektüellerin efkârını seslendiren insanların yani aydınların bile olmadığını kaç kişi söyledi ve yazdı şu son günlerde. Dış politikadan iç politikaya, devletin ve hukukun içini boşaltmadan toplumu kutuplaştırmaya, kendisi gibi düşünmeyenleri şeytanlaştırmadan ekonomik gidişata kadar kaç entelektüel, kaç aydın çıktı yapılanlar yanlış diye?

“Bir nesil yaşaması gerekli olan sıkıntılara katlanmazsa, gelecek nesiller onu tevarüs eder.” Tam da bizi anlatıyor dedim içimden. Çünkü bizler bizden önceki nesillerin ufuksuzluğunun, dünyayı ve hadiseleri okuyamamasının bedelini ödüyoruz şimdilerde. Madem üst üste teraküm etmiş sıkıntılar var, ne yapılacak o zaman? Reçete tek Hocaefendi’de: “Bir nesil kendisi için yaşamayacak. Belki 2. nesil, 3. nesil de kendisi için yaşamayacak ki bu teraküm etmiş problemler çözülsün.”

Aklın, muhakemenin değil ama sabrın sınırlarını zorlayan, bununla beraber tarihe bu gözle baktığımız zaman doğrunun ta kendisi bu. Başka türlüsü de mümkün değil. Bugün, insani değerlerini idari, siyasi, hukuki, iktisadi sistemlerine giydirmiş olan ülkelere bakın; bunu rahatlıkla görebilirsiniz.

Bir müddet düşündü Hocaefendi bu cümleleri söyledikten sonra. Adeta kendisi ile konuşurcasına “Korucuk köyünün koyunlarını bile güdemeyecek…” dediğini duydum. Ama durmadı üzerinde ve hemen benim zihnime bu bayram böyle nakş olacak dediğim sözünü söyledi. “Önemli olan Allah ile aranızda sıfır problem olmasıdır. O da ‘Rab olarak Allah’tan, peygamber olarak Hz. Muhammed’den ve din olarak İslam’dan razı olduk.’ demekle olur. İnsan, tabii ki problemi olacak ve problemli olacak; çünkü mayasında var problem onun.”

Kahrolası insan, ne kadar da nankördür

Tekrar bir sessizlik hasıl oldu salonda. Mahmurluk var üzerinde ama olsun diye düşündüm ve bir soru sordum. Aslında soru değildi sorduğum. Biraz önce Türkiye’den kadim bir dostunun bayram tebriki konuşması esnasında anlattığı bir ayete getirdiği yorumdu. Çünkü o telefon konuşması biterken “Çok teşekkür ederim. Bana anahtar bir cümle lütfettiniz” dediğini duymuştum. Şöyle diyordu o dostu: “Dualarımda hep sizi yâd ediyorum. Geçen gün Kur’an okurken bu ayet çıktı karşıma. Hiç böyle düşünmemiştim. “Kahrolası insan, ne kadar da nankördür!” diyor. Siz de çok iyilikler yaptınız ama…” Sözün gerisini getirmeye gerek var mı? İşte bunu hatırlattım. “Evet” dedi ve şu ilavede bulundu: “Nimet, lütuf, ihsan bazen insanı çıldırtıyor, nankörlüğe sevk ediyor. Kur’an ‘Kahrolası insan, ne kadar da nankördür’ ayeti ile anlatıyor bunu.”

Sonra dedi ki: “Olsun. Bu süreçte darılanlar, kırılanlar olabilir. Çünkü inandılar medya yoluyla yapılan propagandalara. Geçen gün birisi anlattı. Yazık değil mi, Müslüman’a bu kadarı da yapılır mı?” demiş cemaate yapılan zulümleri kastederek. “Eee! Onlar Müslüman değil ki?” cevabını almış. Olsun, biz yine de bağrımızı açalım onlara. Yarın bugün yaptıklarından dolayı özür dilerler eğer ehli insaf ve ehli vicdansa. Ama her şeye rağmen özür dilemeyenler de olacaktır. Te’vil edeceklerdir bugün yaptıklarını. İnsan fıtratında var bu.”

“Neyse” dedi bu sözlerden sonra. “Bugün bayram, bunları konuşmayalım.” dedi ama “Dertli söyleyen olur.” “Hizmetten başka derdi olmayan bir insanın dönüp dolaşıp konuşacağı şey yine hizmet olur.” Hocaefendi’de öyle oldu. “Bu türlü imtihanlara maruz kalmadan insandaki ruh cevheri belli olmuyor.” dedi ve bayram tebriki için kendisini arayanları ismen zikrederek “Yerinde duran insanlar” övgüsünde bulundu.

“Ma’şeri vicdanda meselenin yankı bulması için ne yapılması gerekli ise onu yapmak lazım. Sarhoşla sarhoş olmamak lazım. Müdafaa hakkı, tashih, tavzih ve tekzip hakkı mahfuz, saldırılara karşı saldırı ile cevap vermemek lazım.” Tam burada aklına ne geldiyse hafifçe tebessüm etti ve “Size yaşanmış bir hikâye anlatayım” dedi, anlattı ve istirahat için odasına çekildi.

Kestane kampında bir bayram sabahı böyle geçti ve benim aklımda kalan şey; “Önemli olan Allah ile aranızda sıfır problem olmasıdır. O da ‘Rab olarak Allah’tan, Peygamber olarak Hz. Muhammed’den ve din olarak İslam’dan razı olduk.” demekle olur.” cümlesi oldu…

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.