Ahirette alacağım ücretimi

Tavşanlı’dan ayrılmamın en sevinçli yanı Tavşanlı’ya yeniden dönecek olmamdır.” derdim çok eskiden.

Üniversite yıllarına kadar Tavşanlı’da yaşamış olmamın rolü var mıdır bu düşüncemde bilmem ama müthiş bir memleket hastalığı vardır bende. Bu sebeple Tavşanlı’ya gelmek için önüme çıkan her fırsatı değerlendirmeye bakarım. Havasını nefes nefes içime çekme, suyunu damla damla yudumlama ve her köşesinde var olan bin bir hatıramı tazelemeye gayret ederim. Fakat nihai kararı vermekte zorlansam da yukarıdaki memleket hasretini ifade eden iki cümlenin yüklemlerini bugünkü hissim itibarıyla “bakardım; ederdim” diye ifade etmenin daha doğru olacağını rahatlıkla söyleyebilirim.

Sabah babamla kahvaltı yapıyoruz. TV açık ve haber kanalları arasında mekik dokuyoruz. 1980 öncesi haber bültenlerinde yer alan kavgalar, protestolar, çatışmalar, hayat pahalılığı vb. noktalardaki benzerlikleri görünce o dönemi hatırlattım babama ve sordum: “Merhum ninem ne derdi böyle şeyleri seyrettiğinde?” “Şom ağızlı radyo; şom ağızlı televizyon. Kapatın şunu!” Evet, aynen böyle derdi. Gündüzleri radyo, akşamları TV açık olurdu o zamanlar ve ninem memleket sathındaki huzursuzluğa ayna olan haber programlarına “şom ağızlı” diye isyan ederdi. Ardından: “Ya şimdi?” “Değişen bir şey yok. Aynı şeyleri hissediyorum.” dedi babam. Ben de aynı şeyleri hissettim bu gelişimde. Hissettiğimi hissettiğim şekliyle kelime kalıplarına döküp yazamasam da boğucu bir atmosfer var memleketimde. Ülke genelinde var olanın yansıması mı? Bence; evet.

Neden? Nedeni malum; İslamcı iddialarla iktidara gelip İslam’a rağmen siyaset yapar hale gelen iradenin ve idarenin toplumu kutuplaştırmasından. Gazeteler, televizyonlar bu toplumsal kutuplaşma tablosunun bütününü sunuyor bize. Nitekim benim burada dinlediğim hadiseler bu tabloyu oluşturan karelerden parçalar. Yalan değil, iftira hiç değil; aksine birebir hadiselerin tarafı olmuş kişilerden dinledim. Yaşayanlar da hayatta. Doğrulama ve yalanlama imkânı mevcut. Dinlediğim hikâyeler esnasında birçok defa “bu kadar da olmaz ki!” dedim yine. Kaymalar, sapmalar, sürçmeler ve düşmeler almış başını gidiyor.

Mesela, 20 yıllık dükkan komşusuna, “Ellerine kelepçe vurulup polisler tarafından götürüleceğin günü iple çekiyorum” sözüne kayma denmez de ne denir? Sırtındaki peygamber cübbesiyle yıllarca halka imam-hatiplik yapmış bir kişinin, sırf siyasi tarafgirlik sebebiyle muhalif olanlara ağza alınmayacak küfürler sarf etmesine sapma denmez de ne denir? Kaldı ki daha önce de benzeri bazı hadiseleri yazmış ve halk arasında şaşkınlığın ifadesi olarak “yok artık” deyiminin “var artık” deyimiyle yer değiştirmesi gerektiğini anlatmıştım. Yazının başlığına da “var artık” koymuştum. Arşivden bakılabilir.

Hemen ümitsizliğe kapılmayın, bir yıl öncesine nispetle bugün hava kırılmış durumda. Tel tel dökülen yolsuzluklar, hukuksuzluklar, yalanlar, iftiralar, kumpaslar sinesinde hâlâ vicdan taşıyan çoklarına yeniden “yok artık” dedirtmeye başlamış. Başbakanlık adına yapılan sarayın Cumhurbaşkanlığı’na tahsisi ve sonrasında yer alan saltanat ve israf haberleri, Sümeyye suikastı, Hocaefendi’ye mason iftirası, Savcı Mehmet Kiraz’ın şehit edilmesi, yurt sathına yayılan güvenlik zaafları “yok artık” demeye doğru direksiyon kıvırmanın ana nedenleri. Toplumun bütün katmanlarına sirayet eden korku farklı bir konu ama bu korkuya rağmen çalının etrafını dolaşarak dile getirilen pişmanlıklar, özür dilemeler, yer değiştirmeye başlayan maddi-manevi destekler yeniden gün yüzüne çıkmaya durmuş.

‘İndir o fotoğrafı oradan!’

Bunlar bir sonraki yazımın konusu olacak; şimdi tam aksi istikamette Zaman gazetesi abone kampanyası vesilesiyle dolaştığım yerlerin birinde dinlediğim bir hadiseyi paylaşacağım sizlerle. Bir esnaf. Kasaya para ödemeye gelen herkesin göreceği bir yere Fethullah Gülen Hocaefendi’nin fotoğrafını asmış. Küçük bir fotoğraf. Dinlediği vaazları, sohbetleri, okuduğu yazıları onu iman hakikatlerine uyandırdığı ve “sırat-ı müstakim”e sevk ettiği için Hocaefendi’ye borçlu olduğunu düşünüyor. Seviyor, sayıyor ve bu sevgisinin, saygısının göstergesi olarak fotoğrafını dükkanına asıyor.

Fotoğrafı suistimal ederek müşteri topluyor diye aklınıza gelmesin. Tam aksine. Zaman hem daha geniş çevreden müşteri toplamak, hem maliye denetiminden kurtulmak hem de başka tehdit edici unsurlardan uzaklaşmak için o fotoğrafı indirmenin tam zamanı. Kaldı ki o fotoğraf oraya tam 14 yıl önce asılmış. Tekrar edeyim, o küçücük fotoğraf 14 yıldır orada.

17/25 Aralık yolsuzluk iddiaları sonrası baskılar başlamış. “İndir o fotoğrafı oradan. Yoksa…” Müşteri kaybedersin diye doldurabilirsiniz cümlenin gerisini. Hayır, daha ötesi de söylenmiş. Hatta “terör örgütü liderinin fotoğrafını as, bizim için daha sevimli olur” diyenler çıkmış. İşte bu ve benzeri çıkışlar o esnafın kararlılığını artırmış, küçücük fotoğrafı büyütmüş ve daha görünebilir bir hale getirmiş. Bana sorsaydı “Kaldır” derdim. Hocaefendi’ye sorsaydı o da “kaldır” derdi. Çünkü her şeyden önce ve herkesin bildiği gibi cemaatin yaşayan geleneği içinde Hocaefendi’nin fotoğraflarını duvarlara asmak yok ve Hocaefendi buna şiddetle karşı çıkar. İkinci olarak, böylesi bir meselede cedelleşmenin, kutuplaşmayı artırıcı tavır izlemenin manası yok. Rasyonel akla aykırı bir tutum. Zaman, kararı sadece duygusal akılla vermeye mani unsurlarla dolu.

Mücadele bitmemiş; esnafın devlet görevlisi olduğunu tahmin ettiği kişiler gelmiş. Saatlerce konuşmuşlar. Mevzu, fotoğraf. “Para mı verdiler sana bu fotoğrafı asman için” demişler? “Evet” demiş. Evet cevabını duyan insanlar heyecanlanmış; “Kim, nerede, kaç lira?” “Ahirette alacağım ücretimi.” diye cevap vermiş. Bu cevabı duyanlar bozulmuş, ümitlerine kıran düşmüş ve kolları yana yığılırken heyecanları sönmüş. “Müşteri kaybın olur.” diye başka bir kanaldan girmeye çalışmışlar. “Olsun, benim rızkımı Allah veriyor, insanlar değil?” Söz geldiği bu aşamada “Zaten bu inançta olmayan mezkur davranışı sergileyemez dediğinizi duyar gibiyim.” Uzatmayayım, sonuçta saatlerce süren konuşmanın ardından “İndirmeyecek misin?” diye sormuşlar. “Ya kelle mi alırsınız ya da dükkanıma kilit vurursunuz. İndirmeyeceğim.” demiş.

Fevkalade sadakat

Dedim ki ona: “Sana bir teklifim var. Bu süreçte Hocaefendi’nin resmini büyütme, aklî ve mantıki temele oturmayan baskılara boyun eğmemenin göstergesi. Takdirle karşılarım. Ben şu an itibarıyla indir desem de inanıyorum ki indirmeyeceksin, çünkü o fotoğraf inadın değil aksine bir mücadelenin sembolü olmuş durumda. Ama günün birinde her şey normale dönünce o resmi oradan indir. İşte o zaman hem şu anda kendi çapında verdiğin mücadele daha büyük anlam kazanır; hem de gelenek içinde yeri olmayan Hocaefendi’nin resmini asmama kaidesini uygulamış olursun. Ona olan sevgini, saygını da kendisinin Üstad Hazretleri’nden hareketle dile getirdiği “Fevkalade muhabbet yerine fevkalade sadakat” ekseninde gösterirsin.

İnanın bir saniye bile düşünmeden; “Pekala” dedi. Yazıyı kaleme alırken “Ya kelle mi alır ya da dükkanıma kilit vurursunuz” kararlılığı içinde bulunan bir şahsın şaşkınlık, hayranlık ve takdirle karşıladığım bu cevabı üzerinde düşündüm; nasıl oldu da anında karar verdi diye. Bulduğum cevap şu; teklif edene olan saygısı ve sevgisi değil, hakikate olan bağlılığı. Zaten hakikat âşığı olmayan bir insan bu mücadeleyi veremez.

Yukarıda ifade ettim; memleket hatıraları ile alâkalı olarak rüzgârın ters döndüğünü gösteren bir yazı daha kaleme alacağım. Yazının başlığını şimdiden vereyim: “Affetmeye hazır mısınız?”

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.