Abdullah Aymaz
Eski Yazıları
Tükenmez hazinelerin sırlı anahtarı
M. Fethullah Gülen Hocaefendinin “Sebeplere tevessül-Allah’a tevekkül –Dua ve takdire rıza” konuları üzerine yazılarına şöyle bir baktığımızda bilhassa şu ifadeler hemen dikkatlerimizi çekiyor:
“Sebeplere riayetle tevekkül, bir vahidin iki yüzünden birbirini tamamlayan iki unsurdan ibarettir. Çünkü tevekkül hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde sebeplere riayet edip sonra da Kudreti Sonsuz’un üzerimizdeki tasarruf ve hükmünü beklemek demektir. Yani biz, bir işe teşebbüs ederken, bir taraftan sebepleri, mukaddimeleri, Allah’ın emri olarak tam bir dikkatle yerine getirecek, diğer taraftan sebeplere hakîki tesir vermeden, herşeyin Cenab-ı Hakkın dilemesine ve iradesine bağlı olduğu şuuru içerisinde, O’nun lütuf ve inayetine sığınıp neticeyi sadece ve sadece Allah’tan bekleyeceğiz. Sebeplere riayet hususunda gösterilen hassasiyet çok önemlidir. Hatta denilebilir ki, sebeplere riayet mevzuunda emre itaatteki inceliği kavrayıp ona göre hareket eden bir insan, onları Cenab-ı Hakkın rızasına erme adına bir helezonun basamakları veya Allah’a amudî (dikey) olarak yükselebileceği bir rampa haline getirebilir. Fakat onları herşey görme ve herşeyi getirip sebeplere bağlama bir yönüyle Müsebbibü’l-Esbab’ı (sebepleri Yaradanı) görmemeye müncer olacağından böyle bir durum da –hâşâ ve kellâ- sebeplerin Allah’a eş ve ortak koşulması demektir.”
Dua meselesinde de şunlar dikkati çekiyor:
“Dua; bir çağrı, bir yakarış ve küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya, arzdan, arzlılardan semâlar ötesine bir yöneliş, bir talep, bir niyaz ve bir İÇDÖKME’dir. Dua eden, kendi küçüklüğünün ve yöneldiği kapının büyüklüğünün şuurunda olarak, fevkalâde bir tevâzu içinde ve isteklerine cevap verileceği inancıyla el açıp yakarışa geçince, bütün çevresiyle beraber semâvileşir ve kendini ruhanîlerin ‘hayhuyu’ içinde bulur. Böyle bir yönelişle mümin, ümit ve arzu ettiği şeyleri elde etme yoluna girdiği gibi, korkup endişe duyduğu şeylere karşı da en sağlam bir kapıya dayanmış ve en metin bir kaleye sığınmış bulunur. (….) Ne var ki, duada Hakka teveccühü kendi isteklerimize bağlayıp, kendi arzularımızı öne çıkarmamız da doğru değildir. Doğru olan, kulluk şuuruyla Hakka yönelip tevazu ve mahviyet içinde, acz, fakr ve ihtiyaçlarımızın lisanıyla O’na arz-ı halde bulunmaktır…”
Yoksa illâ benim isteğim ve arzum olacak anlayış ve ısrarı doğru değildir. “Allah, en iyi en doğru Sen bilirsin; hikmetin neyi iktiza ediyorsa, hakkımda hayırlı olanı istiyorum… Benim değil, Senin dediğin, Senin istediğin olsun.” diye yalvarmak kulluğu daha uygun olan ve kula yakışandır… Aksi takdirde “İnsan bazen şerri, tıpkı hayır istercesine ve hayır için dua edercesine ister…” (İsrâ Suresi, 17/11) âyetinin tokadını yiyebiliriz.
“Dua eden bir kimse, büyün gönlüyle Allah’a yönelip yalvarışa geçebildiği takdirde, kendine herşeyden daha yakın olan Rabbisine karşı, kendi beden ve cismaniyetinden kaynaklanan uzaklığını aşarak O’nun her zaman var olan yakınlığına saygısını ifade etmiş ve kendi uzaklığının vahşetinden (yalnızlığından) kurtulmuş olur. Cenab-ı Hak da ona, duyması gerekenleri duyurur, görmesi gerekenleri gösterir, söylemesi icap eden şeyleri söyletir ve yapması lâzım gelen şeyleri de yapmaya muvaffak kılar. Bu pâye aynı zamanda nafilelerle ulaşılan öyle hususî bir yakınlık (kurb) payesidir ki, artık böyle bir mazhariyetle şereflendirilen ‘kurb’ kahramanının görmesi, gözler ötesi bir gözle, işitmesi kulaklar ötesi bir kulakla, diğer aktiviteleri de kendi benliğinin üstünde farklı bir kimlikle gerçekleşmeye başlar; başlar da bir hamlede gider, ayrı bir buudun insanı olma seviyesine yükselir; derken her fırsatta Rabbi’yle dua ve icabet alışverişinde bulunur, yalvarış ve yakarışa O’nun sonsuz kudretine itimadın ifade olarak sımsıkı sarılır ve sırtını sarsılmayan bir güce dayamış olmanın güveniyle, dilinde dua yürür en olumsuz gibi görünen şeylerin üzerine.
“Bu itibarladır ki, imanın zevkine ermiş ve ibadette hassaslaşmış ruhlar, katiyen duada kusur etmezler. Aksine böyleleri, ibadeti varlıklarının gayesi gibi duyar ve duaya da fevkalade önem verirler… maddi-mânevî sebeplere riayetin yanında gönüllerini Rabbilerine açıp yalvarmayı, O’na yakınlık arayışının sesi-soluğu gibi değerlendirir ve dualarını bir ümit, bir reca nağmesi gibi seslendirirler…”
Sebepler dünyasının içinde olmamız itibariyle üzerimize düşenleri yerine getirmemizin yanında hazinelerin anahtarı duadan da asla dûr olmamamız gerekir…
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment