Abdullah Aymaz
Eski Yazıları
İşâreti 1990’da verilmişti
1990’ın başında (hem de 1966’da yeni bir dünyanın kuruluş rüyasının görüldüğü yerde), sefine-i Nuh’a benzer bir ilim yuvasının terasında gecenin iki buçuğunda Kafkaslara doğru binlerce ışık hüzmesinin uçaklar şeklinde uçuşup gittiği, gaybın ve geleceğin sürmeleriyle sürmelenmiş bir göz tarafından müşahede edilmişti.
Ruhanîler, ülkemizden o taraflara seyahate çıkıyorlardı. Bu seyahat daha sonra dünyanın dört bir yanına yapılacak hicretlerin işaretiydi. Mukaddes yüke hamal Anadolu insanı, her kum tanesinden kubbeler doğurtacak kudsî nefesin üflemesiyle silkinip kendine gelmiş, verilecek işaretin gereğini yerine getirmek üzere atını eğerlemeye başlamıştı… Böylece yeni bir bahar, önce teker teker güllerin ve sümbüllerin açılmasıyla, yavaş yavaş adımlarını atmaya başlamıştı.
1995’te, ortak aklın da gereği olarak, yurtdışına gidip ilim ocaklarını tüttüren adanmış ruhlu öğretmenler gibi esnafların da hem onlara destek olmak, hem o ülke insanlarına örnek olmak için işlerini oralara taşımaları istendi. Gidenler gitti… Âhesterevlik edenler kaldı… Kader çok büyük bir kitlenin hicretini istiyordu. Sebebi ne olursa olsun, hangi zulüm sebebinden doğarsa doğsun kader bir karar vermişti, bu mutlaka gerçekleşecekti. Güzelliklere gönül verenlere cebr-i lütfî olarak yeni bir hizmet dönemi açıldı… Ruhlarda yepyeni bir heyecan var artık… Gönüllerden şimdi şöyle ses yükseliyor: “Ben artık evde durmaz giderim… Benim deruhte ettiğim kudsî emanet, beni buna mecbur ediyor. Ben tenperver, ben ev kulu, ben hayat tutkunu bir zavallı olarak kalamam… Güneşin doğup battığı her yere ulaştırılacak umumî ve kudsî bir yükü sırtımda taşıyorum… Her eve ve hatta kıldan her çadıra ulaştırıp duyuracağım bir isim var!.. O, hamd cevherinden yaratılmış olan ismi, o övülüp sevilmiş hılyeyi, her duvara asmak zorundayım. Suların bile durgunları, kokuşup solucanlara yuva olurken, ben nasıl yerimde dururum… Benim bendimi aşıp, sıkıştırılmak istendiğim duvarlardan taşıp, enginlere açılarak çağlayanlar gibi cihanı dolaşmam, Hızırî adımlarla yeryüzünü yeşilliklere boğmam gerekir… Sular bile başını, taştan taşa vurarak gezerken, ben nasıl yerimde kakılıp kalırım?
Ayrıca ben, büyük bir ayrıcalık olarak, çağın ve gelecek çağların tecdidinin içinde asırlardır sağından solundan aldığı darbelerle aşındırılmış insanlık kalesinin tamiri ve sulh-i umuminin temsilcisi bir hizmetin içinde bulunuyorum. İçimdeki tahkiki iman ve ruhumdaki Kur’anî enerji, bende âdeta ikinci bir fıtrat, farklı bir yapı meydana getirmişler ki, her şeyi hareketlendirecek bir uranyum potansiyeli içimde kaynıyor. Ben nasıl yerimde durabilirim! Ben başkası değilim, ben Anadolu insanıyım ve Anadolu’nun gülen yüzünü temsil ediyorum!..”
Bazıları “Rızk” ile “Risk”i aynı kökten sayıyorlar… Bizim insanımız da bu mengenelerin sıktığı dönemde, bütün riskleri göze alarak, dünyanın dört bir yanında önüne açılacak ufuklara doğru yol almaya bakmalıdır. Biliyoruz ki, bu hizmetin üç kerametinden birincisi, Cenab-ı Hakk’ın, önceden hizmet zeminini hazırlayıp hizmet edecekleri sevk etmesidir… Öyleyse Bismillah deyip yolumuza koyulalım… 1995’te gidemediğimiz yerlere 20 sene sonra şimdi gitmeye çalışalım…
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment