[HABER YORUM] All The Way’ ve Politik Silahlar Işığında Türkiye

[HABER YORUM] All The Way’ ve Politik Silahlar Işığında Türkiye

Dün akşam özel bir gösterinin davetlisiydik. Tüm dünyada ve Amerika’da izlenme ve ödül rekorları kıran Breaking Bad dizisinin baş aktörü Bryan Cranston’ın Broadway’de Neil Simone Salonu’nda gösterime giren son oyunu All The Way’i izledik. Özel gösterimin sonunda Cranston ve oyun ekibiyle gerçekleştirdiğimiz minik sohbetle oyun daha da anlamlandı.

Breaking Bad’de başına gelen talihsiz olaylar sonucu kötü olmayı seçen kimya öğretmeni Walter White’ın hikayesini anlatırken Cranston, beyaz camda milyonları büyülemişti.  Walter White belki de tüm zamanların en ‘sempati beslenen’ ‘kötü’lerinden bir tanesi olmuştu.

Cranston bu büyük başarının ardından yeni bir proje arayışına girdi. Pulitzer ödüllü senarist Robert Schenkkan’ın Lyndon B. Johnson’ın Amerikan başkanlığı sırasındaki en kritik bir yılının hikayesini anlatan oyunu All The Way, Cranston’ın seçimi oldu. Ünlü oyuncu televizyondan  uzaklaşmanın kendi isteği olduğunu açıkladı. Yalnızca oyununa konsantre olabileceği bir proje peşindeydi. Schenkkan’ın oyunu Civil Rights Act of 1964 (1964 Sivil Haklar Yasası)’nın kabul ediliş sürecinde, perde arkasında yaşanan tansiyonu, pazarlıkları ve gerilimi gösteren başarılı bir yapım. Sadece siyasetle değil gündelik hayatla ilgili de pek çok renkli ayrıntının bulunabileceği 3 saatlik bir zihinsel şölen.

Oyunu izlemek için yerlerimizi aldığımızda, izleyenlerin seyredecekleri oyunu nasıl yeniden ve farklı farklı anlamlandıracaklarını düşünüyordum. Salondakilerin pek çoğunun farkında olmadığı bir gerilim ve karmaşanın 3 ayı aşkın süredir kesintisiz muhatabı olan birisi olarak bakacaktım oyuna. Türkiye’de Twitter’ın yasaklanmasıyla sadece küçük de olsa bir fikir sahibi oldukları baskıcı, karmaşık bir zamanın etkisiyle yorumlayacaktım gördüklerimi. Onların dünyanın uzak bir köşesinde giderek diktatörleşen bir rejime doğru kaydığını gözledikleri yer benim evimdi. Oyunun sonunda senaryonun sadece Amerika’ya değil Türkiye’ye de ışık tuttuğunu farkettim.

Lyndon B. Johnson 1963 yılında Başkan Kennedy’nin bir suikaste kurban gitmesinin ardından Başkan Yardımcılığı görevinden atama ile Başkanlık görevine getirilir. Oyun, seçimlere 11 ay kala Johnson’ın seçimle iş başına gelen bir başkan olmaya çalışmasının yanı sıra tarihi 1964 Sivil Haklar Yasası’nı çıkartmasını da anlatır. Bu çok riskli bir seçimdir Johnson için. Sadece seçimler üzerine odaklanıp siyasi manevralarla koltuğunu pekiştirmek yerine, Amerikan tarihinin en riskli yasalarından bir tanesini, tüm güney eyaletlerinin oyunu kaybetme pahasına çıkartmaya çalışır.  

J. Edgar Hoover dönemin günümüze kadar tartışılan FBI Başkanıdır. Martin Luther King’e karşı beslediği akıl almaz düşmanlıktan ve Sivil Haklar Yasası’na karşı çıkmasından dolayı günümüzde bile pek çok kesim tarafından sert eleştiriler alır. Hoover aynı zamanda her şeyi kontrol etme hastalığı olan bir karakterdir. Döneminde Afrikalı Amerikalıların ve Başkanın da içinde olduğu pek çok ismin telefonlarını dakikası dakikasına kaydetmiştir. Hatta bunları zaman zaman Başkanı tehdit etmek için de kullandığı güçlü politik söylentilerdendir. İnandırıcılığı çok yüksek olmalı ki oyunda böyle bir bölüme de yer verilmiş. Hoover, Başkan Johnson’ı özel hayatı ve ticari çalışmaları nedeniyle tehdit ederek zenci Amerikalılara oy kullanma hakkının verilmesini içeren yasayı engellemeye çalışmıştır.

Oyunda hemen her sahnede dinlenen telefonlar, özel hayatın deşifre edilmesi, politikacılar hakkında yapılan dolandırıcılık haberleri ya da dış bir mihrakla işbirliği yapma gibi suçlamalar yer alıyor. Politikanın doğası bu. Politika savaşında kullanılan silahlar bunlar. Dünyanın neresine giderseniz gidin yukarıda sayılan argümanları göreceksiniz. Tüm bunların yeni birer icatmış gibi sunulması, siyasetin bunlarla dizayn edildiğinin savunulması bu alanı ve dünyayı bilmemekten kaynaklanıyor. Bu silahlarla karşı mücadele vermeyi en iyi bilen ve göreceli de olsa temiz kalabilen siyasette savaşı kazanıyor. Bireyin güçlü olduğu ülkelerde haksızın, kirlinin mağduriyet kılıfına bürünmesine pirim verecek insan bulmak da zorlaşıyor.

Şimdiye kadar çizdiğim tablonun Türkiye’den fazlasının değil eksiğinin olduğu ortada. Johnson’a baktım oyun boyunca. Bir kez bile ‘mağduru oynama’ yolunu seçmedi. Yenildiğini düşündüğü zamanlar oldu. Bir lider gibi geri adım attı, asosyal bir karakter sergiledi fazla fazla. Yenilgisinden zafer devşirmeyi, haksızlığından mağduriyet çıkartmayı değil, tüm değerleriyle verdiği savaştan galip çıkmayı düşündü.  Tehdit edildi ve belki Hoover’ın elinde onu devirebilecek bilgiler de vardı. Ancak yasadışı ve kabul edilemez pazarlıklarla işi sarpa sarmak yerine siyasi manevrayla Hoover’ın karakterini iyi çözümleyerek onu etkisiz hale getirdi. Egosundan sıyrılmış dalkavuklara mesafeli durmayı başarmıştı. Herşeye karşı kuşku duyarken kendi gücüne de hep kuşkuyla baktı.

Oyun sonunda aklımda kalan bizde eksik olanın ‘karakter’ olduğu gerçeğiydi. Hareketlerinden ortaya çıkan sorumluluğu göğüsleyebilecek insan, kimsenin yok edemeyeceği değerlere sahip olan insan, insanı akılsızca yüceltmeyecek insan, egosu başkalarını görmesine engel olmayacak insan eksikliği.

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.