“Türk’ün Türk ile imtihanı”

İnsan en çok kendi ailesine, sevdiklerine kırılır öyle değil mi? Gerisi laf-u güzaftır, teğet geçer kalbin üzerinden acıtmaz o kadar. Bizim Amerika’daki yakınlarımız ‘geniş ailemiz’ aynı topraklarda doğup büyüdüğümüz ülkenin vatandaşları yani Türklerdir. Birlikte bir vatan toprağını paylaşmak “toprakdaş” olmak karın-daş (kardeş) olmak gibidir. Adı üzerinde ana-vatanın çocukları hangi ülkede yaşarsa yaşasın yine kardeştir, çünkü vatanları tek bir “ana” dır vesselam.

 

Şimdi nedir bu gurbetteki ‘Türk’ün Türk ile imtihanı’ gerçekten anlayabilmiş değilim! Türkiye’nin kendi içinde de kardeşin kardeşe kır(dır)ıldığı durumları maalesef görüyoruz. Bu durum özellikle son aylarda tırmanışa geçti. En kısa zamanda birşeyler yapmalı ve bu ibreyi tersine çevirmeliyiz diye düşünüyorum.

 

Sözümü biraz daha açayım isterseniz. ‘Farklı dünya görüşlerine sahip Türkler’ arasında bir kibir, çekememezlik bir ‘Sen de mi buradasın?’ durumu var ki sormayın gitsin! Milliyeti renklendirmeyi doğru bulmadığım için ‘beyaz’ ya da ‘siyah’ Türkler tabirini bilerek kullanmıyorum! Muhatabına, özellikle ‘kendinden farklı olana’ tepeden bakış vardır ya bilirsiniz, “Küçük dağları ben yarattım” misali bir hal ve tavır işkencesi, işte ondan bahsediyorum. Eminim bir çoğunuza tanıdık gelecek bu söyleyeceklerim hatta “O da bişey mi?” diyecek bazılarınız, yaranıza tuz basmışta olacağım belki, hepsini göze alıyorum, tek dileğim bu yukarı çıktığını sanarken aşağı inen bakışlara bir şeyi hatırlatmak!

 

Geçtiğimiz yıl Florida’da bir partinin davetlisiydim, yanımda bir arkadaşım ile kapıdan girdim. Ev sahibi yine sevgiyle kucakladı bizi (ilk kez yüzyüze görüşmemize rağmen) “Gel seni annemle tanıştırayım,” dedi ve ardından tatlı dilli güler yüzlü bir teyzeyle kucaklaştım. Bir adam durdu sonra bu mutlu kadrajda ve sanki duvara konuşur gibi, başka taraflara bakarak “sen kimsin ki, nereden geldin, niye geldin, ne iş yapıyorsun?” gibi sorular sordu peşi sıra. İnsana tepeden bakan, muhatabını söze buyur etmeyen bir tavırla geçip oturdu koltuğa ve burun kıvırdı bizden gelen her cevaba. Yine soğuk rüzgarlar esti salonda, klimayı çok açmış olduklarını düşündüm.

Haftalık market alışverişinde Türkçe konuşan birilerini gördüm. Dünya’nın bir ucuna “memleketim” gelmiş diye “merhaba” dedim. Onlar yüzlerini başka tarafa çevirdiler. Hüsn-ü zan’ıma maraton koşturdum. “Kızınız kaç yaşında belki de benim kızımla aynı okuldadır” dedim. Zoraki bir iki cümle söylediler ve “gel kızım buraya” diyerek onu da kolundan çekiştirip gittiler. Buruşturulup yüzüme atılmış bir “merhaba” ile öylece kaldım. Amerikalı yaşlı kasiyer hanım gülümseyerek “merhaba, bugün nasılsınız ? “diye sordu. Ben giden Türklerin ardından bakarak o Amerikalı bayana elimde kalan selamı verdim ve teşekkür ettim. O dakikadan sonra ben “Amerikalıyım” dedim, yani selamı veren ve alan taraftanım. Selamı kim aldıysa ben oralıyım, yani selamın memleketinden.

Bu yaşadığım örnekleri sadece seküler hayat tarzını benimsemişlerin “ötekileştirdiklerini yok saymaları” olarak yorumlamıştım fakat durum sandığım kadar küçük çaplı değilmiş. Aynı dünya görüşüne sahip insanların da “biz Amerikalılarla görüşürken çok daha rahat ediyoruz, Türkler insan seçiyor.” diye yakınmalarına şahit oldum. Bu sizce de çok ironik bir durum değil mi?

Ayrıca bazı akademisyenlerin Amerika geneli katıldıkları konferanslarda “Türkçe konuşan birileri”ni gördüklerinde dillerinden saklanıp İngilizce konuştuklarını da öğrendim. Türk oldukları anlaşılmasın diye kendilerinden saklanmaları ilginç geldi bana.

İnsanlar geçmişlerinin şahitlerini karşılarında görünce bazen ne yapacaklarını bilemezler, sanki mazileri ayna olur yüzlerine, elleri ayaklarına dolaşır ve belki de kaçıp giderler. Bu da öyle birşeydi sanırım, tepeden bakanlara Türkiye’den gelmişliklerini hatırlatıyorduk, ya da belki vicdan dağındaki babaanne ve dedelerini. Tekebbür etsen nereye kadar, hani insansın nihayetide ve hepimiz biliyoruz ki küçük dağları da sen yaratmadın!

Bildiğiniz gibi “toprak kardeşliği”nden daha geniş bir dairedir “İslam kardeşliği.” Bu dairenin de reddettiği beş şeyden biridir “farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışmak.” Farklılıklar, O’nun yeryüzüdeki ayetleri ve kainatın da zeginliğidir. Bu zenginliği sinesinde sindirmiş yürekler bilirler gönüllere inerek çıkıldığını, muhatabına tepeden bakışın muhabbeti körleştirdiğini ve insanı azalttığını. Azalan insanın da tahammülsüz kaldığını. Birbirimize “tahammül” edemezsek eğer destanlar yazan bir milletin torunu olmakla nasıl gurur duyacağız?

Biz Türk’üz değil mi, sahi mi?

 

Gerçekten!

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.