Soğuk Odalar

 Beyaz evler, yüksek tavanlı, ferah ve özenle  döşenmiş,  pencerelerde palmiyeler, rengarenk çiçekler, farklı şekillerde kaktüsler var. Sanki bir manzara kağıdını cama yapıştırmışsın gibi, uçan kelebekler cennet misali göz alabildiğine… Ve bunca güzellik içinde soğuk odalar! Salona giriyorum, selvi bir kasvet boylu boyunca uzanmış koltuğa  bana trip atıyor, konuşmuyor benimle, kollarını bağlamış hıh! deyip yan dönmüş sırtını ve küsmüş bana. Mutfak desen hakeza, çocuk odası desen öylesine “al birini vur ötekine” var bir şey ama adı yok! Yunus balıklı tablolar, cam kavanozlar içinde deniz kabukları, deniz yıldızlı kabartmalar duvarları süslemiş, model evler gibi gezmek için yapılmış ama oturulmasın denmiş, öyle cansız ve ruhsuz duvarlar. Oysa ki, masmavi bir okyanus ortasında bir ada, adada ağaç dallarına tutunmuş bir hamak  görünce salonun dal göbeğinde “oh!” dersin “özgürlük akıyor  bu evde” ama yok akmıyor işte. Herşey hapiste, dalga yok birşey yok, hayat yok bu evde. Odalarda dev ekran televizyonlar duruyor kara kara. Dünyayı gözlerinin önüne seren bu teknolojiye ayaklarını yormadan her an ulaşabil diye her-yer-deler ama hepsi de siyah, sessiz ve kapalı. Bu ev güzel ama “ne yok içinde” işte bunu soruyorum kendime kaç gündür sevgili okur? Herşeyin olduğu ama  bir o kadar da hiçbirşeyin olmadığı bir zamanda yaşarken biz “herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyata kördür”durumu yaşıyorum şimdi . Amerika’da her yeni taşındığım  evde yaşadığım sendrom bu, yani ”kendini ev ile bütünleyememe” sorunu, bir bölük pörçük olma, parça parça dağılma hali. Fakat bu defaki daha sert oldu benim için çünkü eşyalı bir ev tuttuk geçici olarak. Önceleri duvarlarla ve boş odalarla hoşbeş ederdik, şimdi bir de eşyalar çıktı başımıza. Daha önce hiç tanımadığım, başka nefeslerin soluduğu, başka sözlerin uçuştuğu, bambaşka bir elektriğin aktığı ortama şahitlik etmiş yabancı eşyalar, koltuklar, dolaplar, sandalyeler, otel odaları gibi konulup göçülen, kendimin deyip dantel örtü serilemeyen sehpalara. Alışmadığım için bütün bunlar, doğaldır böyle hissetmem dedim sürüdüm kendimi birkaç gün sevmek için yeni evi ve baktım hep gülerek o selvi kasvetin yüzüne, ama yok, inadı inat dönmedi bana yüzünü bir kere bile. Sonra nasıl olduysa Ramazan bereketi, iftar vakti ezan açtım ipad’ımden ve birden mutfak aydınlandı gibi geldi. “Dur” dedim “iftar sonrası hatim dinleteyim şu salonun diğer yakasına”. Sonra salon aydınladı selvi kasvet döndü yüzünü bana. Daha sonra çocuk odasına koydum İlahi kelamı, Kudret süpürgesi sildi süpürdü evdeki kasveti, ışıdı her yer, aydınlandı odalar, camlar ve ızgara perdeler. Sanki bu ev bizi beklemiş, sanki eşyalar nerdeydiniz şimdiye kadar demiş, sanki biz sadece bu ev ile tanışmaya gelmişiz gibi onca yolu. Cansız varlıklar da özlermiş, kainatın Sultan’ına ağlayan kütük misali, canları yok sandıklarında, sana sirayet eden bir ruh varmış. Sana hayat veren, sana hizmet edecek eşyalara da bir tıynet vermiş. Senden ona geçen ondan sana geçen bir hava dönermiş evde ve adına da “huzur” denilirmiş. Ancak bu huzur akımı sayesinde kişi kendini ev ile bütünleyebilirmiş. Gurbetin en tatlı yanı seni bekleyen eşyaların, duvarların, ağaçların, toprağın, suyun, havanın olduğunu bilmek ve bu bilişle haydi hepbirlikte yeniden terennüm edelim varlık sebebimizi diyebilmek! Demek ki, neymiş Zeynep, ben neden gurbetteyim değil, “ben iyi ki gurbetteyim”. Tavsiye ederim bu duygu ilaç gibi geliyor.

Not: Bu arada ben selvi kasvetle barışınca, bu sevinçli haberi ev ahalisiyle paylaştım. Türkiye’den gelen telefona ben “ev güzel” diye cevap verince de beş yaşındaki kızım beni düzeltti ”Hayır anne! Ev güzel ama soğuk, biraz namaz kılmamız lazım!”

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.