Gündeme dokunmadan yazmak

Güney’de binlerce insanı evinden eden Isaac Kasırgası; binlerce insanın katılmak için akın ettiği Charlotte şehrinde yapılan Demokrat Parti’nin Ulusal Kongresi; Türkiye’de ardı ardına yaşanan korkunç, hain, insafsız, dehşet saldırılar; Suriye’de devam eden ve sanki hiç bitmeyecekmiş gibi insanın içine acı yerleştiren ölümler; her gün gazetelere düşen yeni bir “gece sabaha karşı yaşanan olayda bir kişi öldü…” diye başlayıp devam eden birbirinin aynı, ama önü kesilemeyen karmaşık olaylar; gürültülü yürüyüşler, bol pankartlı protestolar; bir örneğini Myanmar’da gördüğümüz, “Bu insanlar ne istiyorlar?” sorusunu sormaya bizi zorlayan katliamlar; insanın içini karartan birbirinden girift, insanca zayıflıkların zarar verdiği kitlelerin göçleri; intiharlar, hastalıklar, mülteciler, çevre felâketleri, depremler  ve daha neler neler her gün akıp gidiyor gözlerimizin önünden.

Bütün bunlar olurken ne zaman yeni bir yazı yazmaya başlasam bir an durup düşünüyorum: “Bu kadar hayatî olaylar dururken önümde, ben ne kadar da sığ konulardan bahsediyorum!” Belki de bile isteye dokunmak geçmiyor içimden o konulara. Farklı bir yerden mi bakmak istiyorum ısrarla dünyaya, “hâlâ umut var” der gibi, “hâlâ iyi şeyler yapılıyor, yapmaya çalışanlar var” der gibi, “hâlâ için için yanan dünyanın alevlerinin ilerleyişini durdurmaya gönül vermişlere rastlamak mümkün” der gibi…  

Yazılara bakınırken “Kitap” bölümünde Halil Cibran üzerine yazılmışlara rastlayınca üzerinde durmadan geçemedim bu yüzden. Acının, hüznün, ayrılığın, özlemin, hasretin, yokluğun, kayboluşun, anlaşılamamışlığın, hiçbir yere sığamamışlığın, yerini bulamamışlığın, tutunamamışlığın, yalnızlığın, göçün, yabancılığın velhâsılı kimsesizliğin ne anlama geldiğini yaşayarak ve yazarak ve çizerek anlatmaya çalıştığını düşünürken sokağımda yaşayan Lübnanlı arkadaşlarımı anımsıyorum. Her birisinin Lübnan’dan çıkış öyküsü başka, ama buluştukları ortak noktaları anlamak çok da zor değil. “Aradan otuz yıl geçmiş olsa da, dün gibi hatırlıyorum babamın gözümün önünde kurşunlanışını” derken gözleri doluyor Ahmet Bey’in. Ben Halil Cibran’a “Anımsamak bir tür buluşmadır / Unutmak ise bir tür özgürlük” sözlerini yazdıranın benzer bir acı mı olduğunu düşünüyorum o an. Sonra Amin Maalouf’un o büyüleyici satırlarına koşuyorum yine; daha net, daha canlı görebilmek için acının rengini. Ahmet Bey, “O gün bu gündür gitmedim Lübnan’a” diye devam ediyor: “Gitmeyeceğim de!”

Toprağından kopmuş nesiller yeşeriyor bu topraklarda.

Yarı Arapça yarı İngilizce konuşan küçük çocuklara bakıyorum. İki kahve arasında, “Dağlarımız çok güzeldir” derken gökyüzüne bakıyor Meryem: “Toprağımıza daha yakın bir yerde yaşamayı seçemez miydik?” “İki kahve arasında” diyorum, çünkü bir çaydanlık dolusu Lübnan kahvesinin durduğu sehpaya takılıyor gözlerim. Bir fincan yetmiyor, fincanlar dolusu içiyoruz arka arkaya; farklı, hoş bir rayihası var. İki lafın birisi “Lübnan” oluyor mutlaka. İzin isteyip ayrılacağım zaman yanaklarımdan öpüp beni, “Üçleyelim” diyor, “Lübnanlılar gibi.” Suriyeliler iki kere öpermiş böylece öğreniyorum. Ayrılırken düşünüyorum yine, “Kim bilir kaç yazar, kaç ressam, kaç şair yetiştirecek bu topraklar; kendi toprağını görmeyen kaç çocuk büyüyüp memleket hasretini anlatacak.”

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.