Abdullah Aymaz
Eski Yazıları
Çamura mı yoksa yıldızlara mı bakıyoruz?
Bediüzzaman Hazretleri “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” diyor. Mesnevi-i Nuriye’de ise: “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelam öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmâlen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yi ismî, niyet, nazardır. (…) Nazarla niyet, eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder. Evet, niyet âdî yani sıradan bir hareketi ibadete çevirir. Gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalb eder. Maddiyata, sebepler hesabıyla bakılırsa, cehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir.” (Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi)
Bir genç, bir esnaf ağabeye Risale-i Nur’daki nazar meselesini sordu. Pratik zekaya sahip olan ağabeyimiz normal bir soru gibi, gence, “Bak bakalım saatınız kaçı gösteriyor?” dedi. O da kolunu uzatıp şöyle bir baktı ve söyledi. Arkasından da “Saatınızın markası neydi?” diye sordu. Genç, yine kolunu uzatıp markasını okumak istedi. Ağabey, “Biraz önce saatınıza bakmıştınız, şimdi tekrar niye bakma ihtiyacı hissediyorsunuz?” dedi. O “O zaman vaktin durumunu öğrenmek için bakmıştım, şimdi ise onun markasını anlamak için bakıyorum.” dedi. Ağabey “Demek ki, bakış açıları farklı… Bakıştan bakışa fark var. Nazar, bakış demektir. Kâinata materyalist nazarla bakarsan, sanki kendi kendine var olmuş bir şey gibi olur; yaratanını inkâra götürür. Ama âleme bir sanat eseri olarak nazar edersen Yaradanı bulursun, ibadet sevabı kazanırsın. Yunus Emre, “Benim bir karıncaya ulu bir nazarım vardır” diyor.
Thelma Thompson isimli kadının enteresan ve cesaret verici hikayesi: “Savaş sırasında…” diye anlatmaya başladı… ‘Kocam New Mexico’daki Mojave çölü yakınlarındaki Ordu Eğitim Kamplarında bulunuyordu. Kocama yakın olabilmek için, ben de oraya gittim. O yerden nefret ediyordum. Hiç sevmiyordum. Hiç bu kadar bedbaht olmamıştım. Kocam, Mojave çölünde bir manevraya katılmıştı. Sıcak, dayanılmayacak kadar fazla idi. İngilizce bilmeyen Meksikalılar ve yerlilerden başka konuşabilecek kimse yoktu. Rüzgar hiç durmadan esiyor, yediğim bütün yemek, teneffüs ettiğim hava hep kumla doluyordu.
“O kadar sefil oldum, kendime o kadar acıdım ki, sonunda anne ve babama mektup yazdım. Dayanamayacağım ve eve döneceğimi bildirdim. Bu hayata bir dakika daha tahammül edemeyeceğimi, burada olmak yerine, hapisanede olmayı tercih ettiğimi söyledim. Babam mektubuma iki satırla cevap verdi. Hâlâ kulaklarımda çınlayan bu iki satır, bütün hayatımı değiştirdi: ‘İki adam hapisane parmaklıklarından dışarı baktılar; bir tanesi çamuru gördü, öteki ise yıldızları.’
Bu iki satırı tekrar okudum. Kendimden utanmıştım. Şimdi durumumun iyi olan taraflarını bulmaya karar verdim; yıldızlara bakacaktım. Yerli halkla dostluk kurdum ve onların reaksiyonları beni çok şaşırttı. Yapmış oldukları dokumalar ve çömleklerle ilgili gösterdiğim zaman, turistlere satmayı reddettikleri en kıymetli eserlerini bana hediye ettiler. Kaktüslerin hayranlık ve verici şekillerini, Yukka ve Erguvan ağaçlarını tetkik ettim. Kır köpekleri denilen hayvanlar hakkında bilgi sahibi oldum, çöldeki güneşin batışını seyrettim ve çöl yüzeyi milyonlarca sene evvel okyanus tabanı iken orada kalmış deniz kabuklarını aradım.
“Bu şaşılacak değişikliğin neticesi ne oldu? Mojave çölü değişmemişti. Yerliler de değişmemişti. Fakat ben değişmiştim. Böyle yaparak en sıradan tecrübeyi, hayatımın en heyecanlı macerası hâline getirmiştim. Keşfetmiş olduğum bu yeni dünya bana şevk ve heyecan vermişti. O kadar heyecanlanmıştım ki, bunun hakkında bir kitap yazdım: ‘Brigt Ramparst’ (Parlak Siperler) adı altında yayınlanan bir roman. Kendi yaptığım hapisaneden dışarı bakmış ve yıldızları bulmuştum.”
Psikoloji kitaplarında bir kadın resmi var; bakışa göre ifade ettiği mâna değişiyor. Bir açıdan bakıyorsunuz genç bir hanımefendi. Ama başka bir açıdan bakınca yaşlı ve kötü görüntülü birisi oluveriyor. Halbuki resim hiç değişmiyor. Değişen sadece bizim bakış açılarımız. Hani anlatılır ya, bir sıska ile bir şişman trende yolculuk yapıyorlar. Sıska üşüyorum diye kaloriferi en sıcağa çeviriyor. Bunu gören şişman biraz sonra terlemeye başlıyor. Ceketini çıkarıyor, kazağını çıkarıyor. Sonra da varıp kaloriferin ayarını en soğuğa getiriyor. Bu sefer sıska üşümeye hatta titremeye başlıyor. Hemen kalorifer ayarını sıcağa çeviriyor. Öbürü soğuğa derken kavgaya başlıyorlar. Biraz sonra tren görevlisi “Ne oluyor burada?” diye soruyor. Durumu öğrenince gülerek onlara diyor ki: “Zaten kaloriferler çalışmıyor. Boşuna uğraşıyorsunuz!..”
Şimdi buradaki durum nedir? Tamamen psikolojiktir. Çünkü insan vücudundaki mekanizmalar, ona göre ayarlanmıştır. Rüzgarın savurduğu ağaç yapraklarının çıkardığı ses çocuğu ölmüş bir anaya ayrılık acısı verir; “Başımda kavak yelleri esiyor!..” der. Ama aynı hışırtılar âşık gençlerin kanını kaynatır.
İşte kainata, âlemdeki olaylara, süreçlere bakan insanlar da Kur’ani hikemiyatla, tahkîkî imanla, kaderin derin sırlarına teslimiyetle bakınca, icraat-ı İlahiyeye hayranlık duyarlar. Elbette belâ ve musibet ilk vuruşta herkesi sadmesiyle sarsar… Zaten asıl sabır o zamandır. Ondan sonra bir durum muhakemesi ve muhasebesi yapınca sırlar ve hikmetler zâhir olup parlamaya başlar. Derin kader inancı ve Allah’ın şer bile olsa yarattığı şeyde mutlaka bir hüsün ve güzellik ciheti bulunduğuna dair güçlü bir iz’ân varsa perdeler yavaş yavaş kalkmaya hayır ve güzellikler görünmeye başlar…
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment