Abdullah Aymaz
Eski Yazıları
‘Marifetullah olmadan İslamiyet olmaz’
“Siyasal İslam” İslamiyeti dünyevileştirdi, hoyrat hâle getirdi. İsimleriyle, sıfatları ile, fiilleri ve icraatıyla Allahü Taalaya iman kalbe yerleşmeden, marifetullah da derinleşmeden muhabbetullah gönüllerde tutuşmadan, lezzet-i ruhanî ile coşmadan İslamiyetin tadına erişebilir mi?
1998’de İngiltere’de Durham Üniversitesinde ziyaret ettiğimiz Ortadoğu ve İslam uzmanı Prof. Dr. Colin Turner bize “Siyasal İslâm, dünyaya sanki Allah ve marifetullah’tan yoksun bir İslâm takdim ediyor. Bu çok yanlış. Ben 1970’te İslamiyet ve Ortadoğu üzerine doktora çalışmasına başladım. 1975’te Müslüman oldum. 1979’da Ruslar Afganistan’a girince bütün Müslümanların Londra’da toplanıp bu işgali protesto için yaptıkları yürüyüşe katıldım. Sloganları atıp yürürken arada bir ‘Allahü Ekber’ ve ‘Lâ ilahe illallah’ diyorduk. Yine bir ‘Lâ ilâhe illallah’ demiştik. Bizi seyreden halktan bir İngiliz bana bunun mânâsını sordu. Ben de ‘Allah’tan başka ilah yoktur.’ dedim. Bana ‘Bu kadarını ben de biliyorum. Daha başka bu, ne ifade ediyor?’ dedi. Cevap veremedim. Bu soru kafama takıldı. Pakistanlıların, Mısırlıların, Bangladeşlilerin mescitlerine gidip hocalarına, ‘Ben bu kişiye daha ne söylemeliydim?’ diye sordum. ‘Söylemişsin ya, daha diyecektin ki?’ dediler. Eve geldim. Her taraf kitap dolu… Ama hep şeriat ve İslâm ile ilgili ‘İslam’da Bankacılık… İslam’da İktisat… İslam’da Diplomasi… İslam’da Hâriciye… İslam’da Devlet İdaresi… v.s…. Îmanî derinlikle ilgili bir şey yok… Müfehres’e (Kur’an kelimelerine, kelimelerin geçtiği, âyetlerin fihristesine) baktım. İslam kelimesi, İman kelimesinin onda bir kadar Kur’an’da geçiyor. Mesela Kur’an’da yüz tane ‘İman’ geçmişse, on tane ‘İslam’ geçiyor. Hele ‘şeriat’ kelimesi bir defa geçiyor. Ama siyasal İslam’ın bütün kitapları şeriat üzere… Bu hususta bir tersliğin olduğunu anladım. Görev yaptığım üniversiteye gittim. Cuma ve beş vakit namaz kıldığımız bir mescit var. Oradaki hocalara ve öğrencilere yürüyüş sırasında başımızdan geçenleri anlattım ve ‘Siz olsaydınız, o soruyu soran kişiye ne cevap verirdiniz?’ dedim. Herkes ‘Söylemişsin ya… Daha ne söyleyecektiniz ki?’ derken, orada bulunan bir Türk kardeş, bana bir kitap uzatarak ‘O sorunun cevabı, burada yazılı’ dedi. Ben şöyle kitabın kapağına bir baktım ‘Âyetü’l-Kübra’ yazıyordu. ‘Ben bunu okumam, ben tasavvufa karşıyım.’ dedim. O ‘Bu, tefekkür’dür.’ dedi. Ben almak istemeyince o ısrar etti: ‘Aradığın cevap burada, başka yerde bulamazsın.’ dedi. Adeta zorla o kitabı bana verdi. Aldım. Sonra okumaya başladım. Yazar bir seyyah gibi göklere çıkıyor, sistemlerin yıldızların nasıl ‘Lâ ilâhe illallah’ dediklerini, deniz diplerindeki mahlukatın yanına varıyor, onların nasıl tevhidi ifade ettiklerini, ağaçların kuşların ve insan akılların, insan kalblerinin ‘Lâ ilâhe illallah’ı nasıl söyleyip haykırdıklarını yazıyordu. Cevabı bulmuş ve doymuştum. Kitabı bana veren Türk kardeşe gidip, ‘Bak, külliyat yazıyor: Demek ki, bu seriden daha başka kitaplar da var. Eğer sende varsa, bana verir misin?’ dedim. Bu sefer bana büyük bir kitap getirdi: Sözler… Okumaya başladım. Hayret ve hayranlıkla okuyordum. Otuzuncu Söz’de ‘Ene’ bahsini okuyunca, çıldıracaktım. Olamaz böyle bir şey… Yazılamaz böyle bir kitap!.. Siz bu siyasal anlayışla insanlara acı biber yedirmiş oluyorsunuz. Sizin bir Nasreddin Hocanız var. Bir gün oturmuş, önünde bir sele biber koymuş, atıştırıyor. Ama biberler acı… Gözlerinden yaşlar, alnından burnundan terler ve akıntılar geliyor. O sırada yanına gelen birisi, ‘Hoca ne yapıyorsun?’ diye soruyor. Nasreddin Hoca ‘Tatlı biber arıyorum’ diyerek elini biberlerin arasına sokup karıştırdıktan sonra bir acı biberi daha ağzına atıyor!.. İşte siz de acı biber yediriyorsunuz. Bir İngiliz’in İslamda Bankacılığa ne ihtiyacı var? Onun imana, Allah’ı tanımaya Cenab-ı Hakkı isimleri ve sıfatları ile bilmeye yani marifetullaha ihtiyaçları var. Bunu da en güzel Risale-i Nurlar anlatıyor. Ama bunlardan dünyanın haberi yok. Onun için bana Muhammed Çetin gibi İngilizcesi çok iyi beş tane üniversite mezunu doktora öğrencisi lâzım. Bunlarla akademik çalışmalar yapalım ve bunları akademik dünyaya duyuralım.” dedi.
Dedikleri doğruydu. Peygamberler köylere değil, şehirlere gönderilmiştir. Çünkü mesajlar, şehirlerden köylere, her tarafa yayılır. Beş arkadaş Risale-i Nurlar üzerine doktora çalışması için yanına gittiler. Gerçekten doktoralarını tamamladılar. Risale-i Nurlar üzerinde birer uzman oldular… Akademik yazılar yazıyorlar, sempozyum ve konferanslarda tebliğ sunuyorlar, konuşmalar yapıyorlar.
İnşaallah, Colin Turner’in dediği gibi Kur’an’ın bu nurları, ilhamat-ı Kur’aniye, sünuhat-ı Kur’aniye, istihracat-ı Kur’aniye, istinbâtât-ı Kur’aniye ve tefeyyüzât-ı Kur’aniye olan Risale-i Nurlar cihana duyurulacaktır…
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment