Hakikat tekelciliği

Efendimiz’in (sas) vefatını takiben İslam tarihinin hemen her döneminde yapılagelen bir tartışmadır hakikatin ne olduğu ve bunu kimin temsil ettiği. ‘Hakikat nedir?’ sorusundan başlayalım.

Sözlük manası gerçek, doğru ve sabit olan demektir. Istılahta ise ilmî disiplinlere göre farklı manalara gelir. Mesela tasavvufta hakikat, zahirin altında yatan mana, şeklin arkasındaki özdür. Mantıkta hakikat, düşüncenin harici dünyadaki nesnelerle uyumu demektir. Fıkıhta hakikat Allah’ın bilgisidir. Bu bağlamda hakikat mutlak doğruyu ifade eder. Fakat fıkıhçılar hemen ilave eder, mutlak doğruya ulaşmak beşer için mümkün değildir. Dolayısıyla beşere düşen hakikat yolunda bezlu cehd yani bütün gayretini sarf etmektir. Onu yaptıktan sonra ulaşılan sonuca eşbeh bi’l hak/hakikate en yakın olan görüş denir.

Bu yaklaşım özellikle düşünce üretimine mani olmaz mı? Muhtemeldir ve olabilir. Ama Efendimiz (sas) sanki bu kaygıyı izale etmek için, yapmış olduğu içtihadında isabet edenin iki, hata edenin bir sevap alacağını söylemiştir. Böylelikle özgür düşünce kapılarının sürekli açık olmasını sağlamış ve karşımıza aynı konu üzerinde sayı ile ifade edilemeyecek kadar çeşitli düşünce ve farklı alanlarda olmak üzere yüzlerce düşünce ekolü çıkmıştır.

Özgür düşünce üretiminde bu zemin olmakla beraber, ortaya çıkan nihai düşünceler için “hakikat benim dediğimdir” diyen bir anlayışın varlığını inkar edemeyiz. Daha açık bir ifadeyle, tarih boyunca kelamdan fıkha, tefsirden tasavvufa “biz hak, muhaliflerimiz batıl” manasına gelen hakikat tekelciliği de maalesef yapılmıştır. Bu zihniyetin ürünü olarak da dünden bugüne hakikati sadece kendilerinin temsil ettiklerine inanan fertler, ekoller, cemaatler, tarikatlar, gruplar ortaya çıkmıştır.

Yapılan bu tespit doğrudur, vakıanın ifadesidir ama Kur’an, sünnet ve onlardan çıkartılan genel-geçer İslamî ilke ve prensipler bunun yanlış olduğunu söylüyor. Bu açıdan yapılanlar yanlıştır. Nitekim bu yanlış, her yanlış gibi başka yanlışların kapısını aralamış ve öyle boyutlara ulaşmıştır ki muhatabını muhalif gibi görme ve hemen peşinden küfürle itham edip kılını kıpırdatmadan öldürmeye kadar uzamıştır. Küfürle itham etme yapacağı katliamı meşrulaştırma, vicdanen kendini rahatlatma için bir vasıtadır ve bu bağlamda kullandığı şey de maalesef dindir. Sözün tam da burasında somut örnek isterseniz Haricilere bakmanızı, kısa da olsa onların tarihlerini okumanızı isterim. Secde etmekten nasır bağlayan alınlara sahip o insanlar, yemiş olduğu üzüm salkımının parasını verdiği bahçenin içinde sırf Hz. Ali taraftarı diyerek hamile kadını acımasızca öldürmüşlerdir.

Hakikat ve hakikat tekelciliğine geri döneyim; bugün adı İslam ve terörle ile birlikte anılan acımasız ölüm makinelerinin tarihî serüvenine, çıkış noktalarına ve yapageldikleri katliamları meşrulaştırma çabalarına bakın, dayandıkları ana temelin hakikat tekelciliği olduğunu göreceksiniz. Bu açıdan “iyiyi, güzeli, doğruyu sadece ben bilirim, benim dediğim doğru başkalarının batıl” deyişleri ile özetleyebileceğim yaklaşımın önüne geçilmesi gerekiyor. Bu bağlamda evden okula, sokaktan yazılı veya sözlü TV, radyo, kitap, gazete ve sosyal medyaya kadar eğitimin ve öğretimin kendisi ile gerçekleştiği her vesilenin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini yeniden düşünmek şart. Verilen bilgilerin mahiyeti, anne-babadan okuldaki öğretmene, camideki imam ve müezzine kadar eğitim sürecinde yer alan herkesin kalitesi ve yeterliliği, örgün eğitimlerde müfredat, camilerdeki vaaz ve hutbelere kadar her şey bu yeniden düşünme ameliyesinin içine konulmalıdır.

Bazılarımızın karşılaşmaktan kaçtığı bu sorun radikal bir sorundur. Hocaefendi en son yazdığı makalesinde bunu metastaz yapmış kansere benzetti. Radikal sorunlar radikal çözümler gerektirir. Pansuman tedbirlerle radikal sorunlar çözülemez. Yalnız, yanlış anlaşılmasın, kansere son vereceğiz düşüncesiyle hastayı ameliyat odasına alıp neşter kullanmakla çözülemez bu radikal sorun; çünkü vasfı üzerinde metastaz yapmış. Bünyenin yani dünyanın her yerine dağılmış. Bu açıdan alınacak siyasî, askerî, iktisadî, dinî, ahlakî her türlü önlem kısa-orta-uzun vadeli olarak düşünülmeli.

Benim bu yazıda işaret etmeye çalıştığım husus, teolojik ya da ideolojik diye isimlendirebileceğimiz çözümü uzun zaman alacak ama en önemli boyutudur. Bu noktaya gelmede Batılıların yakın geçmişimizde yapmış olduğu çok büyük yanlışlıklar elbette vardır ama her şeyi Batı düşmanlığı ve İslamofobiye mal etmenin de manası yoktur. Haricilerin kıtır kıtır Müslüman kestiği dönemlerde Batılılar yoktu. Ama siyaset vardı, din vardı ve siyasetin sebebiyet verdiği yanlışlıklar din ile meşrulaştırılmaya çalışılıyordu. Ah hakikat tekelciliği ah!

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.