Ahmet Kurucan
Eski Yazıları
- Yalan üzerine kurulu dünya yıkılmaya mahkumdur
- Hak ve batıl mezhep
- ‘Bugünden dünü okuyunca’
- İman, yanlışlık, farkındalık, yüzleşme, hesaplaşma ve helalleşme
- FG harfleri yeter mi?
- İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği ve Diyanet
- Ahiret çok şenlikli olacak?
- Habili cemaat öldürmüş!
- İlahi adalet
- Yalan
- Daha eski yazılarını gör...
Hadislerde sebeb-i vürûd ve sorgulayıcı düşünce
İnsanın fıtratında var olan aculiyetin sonucu mudur bilmem ama kestirmeden sonuca ulaşmayı çok seviyoruz. Halbuki adı üzerinde sonuç, yani netice. Oraya gelmeden önce geçen birçok safha, kat edilen birçok mesafe var. Daha da ötesi bu safhaları, bu mesafeleri bilmek, sonucu anlama, anlamlandırma ve değerlendirmede bize çok yardımcı olacak.
Bu düşünceler ışığında sebeb-i vürûddan bahsetmek istiyorum. Hadisler için kullanılan bir kavram bu. Kur’an için söz konusu olduğunda sebeb-i nüzûl dediğimiz şeyin hadislerdeki karşılığı. Hz. Peygamber’in (sas) ağzından çıkan hangi söz, azalarından vuku bulan hangi amel, hangi vesile ile hangi şartlar altında çıkmış ve yapılmış sorusunun cevabını bulduğu kavram. Daha iyi anlaşılması için gazetecilikte haber yazımının formülü olarak ifade edilen 5 N 1 K kaidesini hatırlayabilirsiniz; ne, nerede, nasıl, niçin, ne zaman ve kim? Bir haberde bu soruların cevaplarının hepsi olması lazım ki haber tam olsun; yoksa bir tarafı eksik kalır.
Hadisler için de aynı şey geçerli. Bizim dünü bir kenara bırakarak bugün hadisleri daha iyi anlayabilmemiz için yapmamız gereken en önemli şeylerden birisi, hadisi sebeb-i vürûdu ile birlikte okumak ve öğrenmektir. Hadisin isnad ve metin kritiği bağlamında sorgulanması ve isnad açısından sahih çıkmasından sonra muhtevanın daha iyi anlaşılması için ilk ve en önemli adımlardan hatta olmazsa olmazlardan birisidir bu. Sebeb-i vürûd bilinmediği zaman velev ki hadis sahih bile olsa yapılan yorumlardan doğru sonuçların elde edilmesi oldukça zordur.
Hiç mübalağa etmiyorum yüzlerce misal verebilirim bu konuda. Hadise aşinalığı olan hemen herkes de verebilir. Mesela: “Aldatan bizden değildir.” hadisini ele alalım. İsnad açısından sahih bir hadis. Metin tenkidi bakımından gerek Kur’an’a arz, gerek başka hadislerle mutabakatı, gerek İslam’ın genel geçer ahlakî ilke ve prensiplerine muhalif olmaması açılarından da sahih. Bir vakıa münasebetiyle irad buyuruyor Efendimiz (sas) bu beyanı. O hadise bilinmediği veya nazara alınmadığı zaman hadis, genelleme yapmaya da müsait. Hele günümüzde. Siyasetten ticarete, ikili ilişkilerden devletlerarası münasebete kadar menfaatin her şey kabul edildiği her yerde “Hz. Peygamber (sas) buyurdu ki…” diye söze başlayıp kullanabileceğiniz bir hadis.
Bilsek ne kaybederiz?
Halbuki ister bu, isterse başka hadisler söz konusu olduğunda, hadis genelleme yapmaya müsait mi, değilse genelleme yapılması yanlış sonuçların doğmasına kapı açmaz mı sorularından başlamalı değil miyiz? Soruyorum; ne kaybederiz Allah Resulü (sas) bu sözü nerede, neden, ne zaman, nasıl ve kime karşı söylemiş sorularının cevaplarını bilsek?
Medine pazarını dolaşıyor Efendimiz (sas) zaman zaman yaptığı gibi. Hisbe teşkilatına delil olarak gösterilen kontrol vazifesi de diyebilirsiniz, iyiliği emr kötülüğü nehy etme vazifesi de. Bakın, hadisin sebeb-i vürûdunu anlatmaya başladığımız ilk cümlede karşımıza çıkan iki ayrı yorum. Devam edeyim; kuru buğdayların üste ıslak buğdayların alta konulduğu bir çuvalın içine elini sokar ve ıslak buğdayı avucu ile açığa çıkartıp satıcıya sorar; “Nedir bu?” Satıcı “Yağmur ıslattı.” diye cevap verir. “İnsanların görüp aldanmaması için o ıslak kısmını da çuvalın üstüne çıkarsaydın ya!” buyurur Efendimiz (sas). Buradan anladığımız ticari ahlaka işaret etmenin yanında bir başka iktisadi kaide daha vaz’ ediyor; ıslak, kötü ya da kalitesiz malı satma demiyor, aksine onun müşteri tarafından bilinmesini istiyor. Bu da malın cinsine göre ayrı ayrı satılması, farklı fiyatlandırılması ile olacağı gibi başka şekillerde de olabilir. Ve bunun ardından yazı konusuna delil olarak gösterdiğimiz beyanı: “Aldatan bizden değildir.” Bir başka rivayette de “Bizi aldatan, bizden değildir.”
Bir başka misal; Amr b. As, bir gün mescitte Efendimiz’e (sas) insanlar arasında en çok kimi sevdiğini sorar. Aldığı cevap “Aişe” olur. “Erkeklerden?” diye sorusunu yenileyince “Aişe’nin babası.” cevabı ile karşılaşır. Amr “Sonra?” der; “Ömer” ismini zikreder Efendimiz (sas) ve Amr’ın “Sonra kimi, sonra kimi?..” demesine mukabil isimleri saymaya devam eder. Amr, zikredilen isimler arasında en sona kalacağı korkusuyla susar ve bir daha “Sonra kimi?” sorusunu sormaz. Hadiste zikredilen üsluptan anladığımız kadarıyla “kendisinin en sona kalacağı endişesiyle” susması- Amr b. As’ın kendi beyanı değil, ravi tasarrufudur.
Bu hadis belki de çoklarının bildiği, Hz. Ebu Bekir ve Aişe’nin fazileti hakkında defalarca dinlediği bir hadistir. Hatta bu hadisten kalabalıklar içinde insanın eşini sevdiğini söylemesi, ismini zikretmesi gibi hükümlerin istinbat edildiği bilinen bir husustur. Fakat kaçırılan bir şey vardır burada: İlki kim sormuştur? Bazı rivayetlerde Amr b. As’ın ismi zikredilmediği için bu soruyu özellikle öne aldım. İkincisi; ne zaman vuku bulmuştur bu hadise? Amr b. As Hudeybiye sonrası Müslüman olduğuna göre, hicri 7. yıldan sonra olmalıdır. Âmennâ ama kabaca tesbit edilen bu zaman hadisi anlamamızda bir faydası olacaksa yeterli değil; daha detaya inilmeli ve Amr böyle bir soruyu neden sormuştur, özel bir nedeni var mıdır, sorularının cevapları aranmalıdır.
Şimdi, ne, nasıl, nerede sorularının cevabını biliyoruz. Cevabını bilmediğimiz sorular zaviyesinden bakınca karşımıza çıkan bilgiler şunlar: Şam taraflarında Amr’ın babaannesinin ait olduğu Beliy kabilesinin de yer aldığı birtakım kabileler, alınan istihbarata göre Medine’ye saldırı hazırlığı içindedir. Onlarla tek tek konuşup anlaşma yapma, böylesi bir saldırıdan vazgeçmelerini sağlama, bir başka tabirle diplomatik yolları sonuna kadar kullanıp kabul etmemeleri durumunda savaşı göze alma düşüncesiyle Efendimiz (sas) 300 kişilik bir kuvvet hazırlar ve başına da kumandan olarak yeni Müslüman olan Amr b. As’ı tayin eder. Tarihe Zatü’s-Selâsil Seferi diye geçen bu seferde yola çıkılır ve yolda mezkur kabilelerin güçlerini birleştirdiği haberi alınır. Amr, bir elçi vasıtasıyla Medine’den ilave kuvvet ister. İçinde Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in de bulunduğu 200 kişilik bir kuvvet Ebu Ubeyde komutasında yardıma gelir. Yalnız yola çıkarken Efendimiz Ebu Ubeyde’ye Amr’ı kastederek “Birbirinizle münakaşa etmeyin.” tembihinde bulunur. Takviye kuvvet geldiğinde çok kısa süren ‘Komutan kim olacak?’ tartışması, Efendimiz’in (sas) Ebu Ubeyde’ye nasihati ve Amr’ın “Ordu kumandanı benim; takviye kuvvet olarak sizi ben talep ettim; orduda iki kumandan olmaz.” argümanlarına Ebu Ubeyde’nin hak vermesi ile son bulur. Ardından bir başka tartışma yaşanır. Bu defa konu, soğuk gecede ordunun ateş yakıp-yakmayacağıdır. Amr, ateşlerin sayısından karşı güçlerin ordunun sayısını tahmin edeceği gerekçesi ile ateş yakılmamasını ister, Hz. Ebu Bekir gecenin soğukluğundan hareketle itiraz eder, Amr sert bir şekilde kendisine itaatla yükümlü olduğunu hatırlatır. Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’den yana taraf olarak daha dün Müslüman olmuş bir insanın bu türlü tahakkümüne ve Hz. Ebu Bekir’e sert müdahalesine razı olmaz ve tartışmaya müdahil olur ama Hz. Ebu Bekir, “Amr haklı.” deyince bu tartışma da tatlıya bağlanır.
Zatü’s-Selâsil vakasının detaylarına bakabilirsiniz. Ben sadede döneyim; ordu, verilen vazifeyi başarı ile yerine getirerek Medine’ye geri döner. Bundan sonrasını Amr’ın kendi ağzından dinleyelim: “Medine’ye dönünce Ebu Bekir ve Ömer’i de benim kumandan olduğum orduya nefer olarak gönderdiğine göre aklımdan Allah Resulü nezdindeki yerim daha üstün diye geçti ve insanlar içinde en çok kimi seviyorsunuz diye sordum.”
Sebeb-i vürûdunu soralım
Bu iki örnekte gördüğünüz gibi sebeb-i vürûdun bilinmesi hem hadisin daha iyi anlaşılması, hem de çok farklı yorumların yapılabilmesi ve hükümlerin çıkartılabilmesi adına şart. Tavsiyem o ki; mevcudu olduğu gibi kabul yerine hem kendimizi hem dini anlatma mevkiinde bulunup sözlü ve yazılı bir şekilde bizlere hitap edenleri zorlayalım, kaynağın nedir diyelim, sebeb-i vürûdunu soralım.
Hey gidi günler. Bu son cümlem beni 1985 senesine götürdü. Hocaefendi’nin ders halkasına ilk oturduğumuz gündü. Bir yıllık sürede tefsir, fıkıh ve hadis dersleri okuyacaktık kendisinden. İlk cümleleri sorgulayıcı bir yaklaşımı esas almamız, şüpheciliği meslek edinmeden şüpheci olmamız ve aktardığı bilgilerde “Bunu nereden çıkartıyorsunuz, kaynağınız nedir?” ya da “Bu sonuca nasıl ulaştınız, metodunuz nedir?” diye kendisini sorgulamamız isteğiydi.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment