Ahmet Kurucan
Eski Yazıları
- Yalan üzerine kurulu dünya yıkılmaya mahkumdur
- Hak ve batıl mezhep
- ‘Bugünden dünü okuyunca’
- İman, yanlışlık, farkındalık, yüzleşme, hesaplaşma ve helalleşme
- FG harfleri yeter mi?
- İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği ve Diyanet
- Ahiret çok şenlikli olacak?
- Habili cemaat öldürmüş!
- İlahi adalet
- Yalan
- Daha eski yazılarını gör...
Ben hakkımı helal etmiştim ama…
Daha önce yazdım, yeri geldi meselenin önemine binaen bir kez daha yazayım.
Ağanın biri köyünde büyükçe bir konak yaptırmış. Açılış günü köyde yaşayan herkese yemek vermiş. Çoluk-çocuk, kadın-erkek, akıllı-deli. Deli dedim, lafın gelişi değil, gerçekten deliyi de davet etmiş çünkü hemen her köyde olduğu gibi o köyün de bir delisi varmış. Yemekler yenmiş. Köylüler ayrılırken Ağa, “Deliye sorun, bu konaktan ne istiyorsa alsın.” talimatını vermiş adamlarına. Delinin gözü bahçede bağlı duran beyaz ata takılmış ve “Bu atı istiyorum.” demiş. O at ise Ağa’nın gözdesiymiş. “Hayır!” demiş Ağa, “Başka bir şey istesin.” Deli ısrar etmiş, “İlla da bu beyaz at.” diye diretmiş. Ağa da “Hayır!” demiş başka bir şey dememiş. Ziyafet bitmiş, ayrılık zamanı gelmiş. Deli konaktan melül-mahzun bir şekilde ayrılırken işaret parmağı ile semayı gösterip bir şeyler konuşuyormuş kendi kendine. Ağa’nın dikkatini çekmiş bu hâl ve “Gidin dinleyin bakalım.” demiş adamlarına. Deli sürekli şunu söylüyormuş: “Sen isteseydin verirdi, Ağa da kim oluyor ki? Sen isteseydin verirdi, Ağa da kim oluyor ki?” Adamları, Ağa’ya söylemiş delinin dediklerini. “Geri çağırın ve verin atı demiş.” bu defa Ağa. Deliye atı vermişler. Deli, atın yuları elinde konaktan ayrılırken yine aynı şekilde işaret parmağı ile yukarıyı gösterip söylenmeye devam ediyormuş. Ağa adamlarına “Bu defa ne diyor, gidin dinleyin.” demiş. Ne diyormuş biliyor musunuz deli: “Sen istedin de verdi, Ağa da kim oluyor ki? Sen istedin de verdi, Ağa da kim oluyor ki?”
Bu hikâyeyi anlattıktan sonra o zaman şu değerlendirmeyi yapmıştım: “Lafın doğrusunu deliye söyletirler.” diye bir deyim vardır bizim oralarda. Hikâyedeki delinin sözleri bu kapsam içinde midir diye sorarsanız, hiç şüpheniz olmasın derim. Hakiki tevhidi billur gibi yansıtan bir söz hem de. İlâhî dinlerin, kitapların, peygamberlerin ilanla muvazzaf oldukları hakikat. İnananların -eğer gerçekten inanıyorlarsa- hayatlarına hayat kılma zorunlulukları olan gerçek.
Tahkiki imana sahip olabilsek…
Hadiselere perde arkasında yatan hakiki sebepler açısından bakan, gören, okuyan ve yorumlayan ve kelimenin gerçek manasıyla itimat ettiğim insanların beyanlarına dayanarak söylüyorum; bizim asıl problemimiz hakiki tevhide eremememiz. Tahkiki imanın o enginlerden engin, o derinlerden derin okyanuslarında kulaç atamamamız. Bizden önce yaşamış nice iman kahramanlarının yaşadığı türden okyanusun dev dalgaları üzerinde otağımızı kuramamamız ve daha da ötesi orada çiftçilik yapıp domatesler, üzümler yetiştirememiz. Madem bu sembolik anlamlarla yüklü metaforlara girdim, Yunus Emre’ye atıfla şunu da söyleyeyim: “Erik ağacının dalına çıkıp üzüm yiyemememiz.”
İşte bu seviyede tevhid-i hakikinin gösterdiği tahkiki imana sahip olabilseydik belki de hadiselerin akış seyri çok farklı olacaktı. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaklaşımları ile çok değil böylesi 5-10 insan olsaydı, onların ellerini semaya kaldırışları ve bir kez “Allah!” deyişleri çok şeyleri değiştirecekti.
Bu bana gerçek bir hadiseyi hatırlattı. Bundan 80-90 yıl önce İç Anadolu’nun merkezinde yer alan bir vilayetimizde yaşanmış bu hadise. Dine ve dindara yapılan zulümlerin zirve yaptığı dönemler. Halkın teveccüh ettiği, sevdiği, saydığı, her derdinde kapısını çalıp eli boş dönmediği saygıdeğer bir hocaefendi var. Sokağa çıktığı zaman herkesin işini gücünü bırakıp ona selam durduğu, ağzından çıkacak “Aleykümü’s-Selâm” duasını almak için birbirleri ile yarıştıkları birisi bu. Mevsimlerden ilkbahar. Her gün evinin bir köşesinde yanına gelen talebelerine mutadı olduğu üzere öğrettiği Kur’an’ı bugün de tabiatın bağrında kırda-bayırda, bağda-bahçede öğreteyim diyor. Elif-be-te seviyesinde küçük küçük minnacık çocuklar bunlar. Okudukları da Allah’ın kelâmı Kur’an. İdari makamlar ise toplumun mazisi, tarihi ve dini ile bağlantısını kesin ve katı bir şekilde koparıp atmak istediği için olsa gerek, bu konuda çok acımasız ve müsamahasız bir tavır izliyor. Ya da o minnacık çocukları geleceğin yılanı görüyor ve “Yılanın başını küçükken ezmeli” felsefesi ile sert bir baskı uyguluyor. Adeta terör estiriyor yurdun dört bir yanında ve gördüğünüz gibi iş o kadar ilerliyor ki, rejim adına tehdit diye Kur’an öğrenmek için elif elif-be-te heceleyen çocuklara kadar iniyor.
O gün ders yaptıkları bahçeyi jandarmalar basıyor. Başlarında dine ve dindara bırakın insanlığa ve insana bile saygısı olmayan, kendi gibi düşünmeyen herkesi düşman olarak gören bir üst düzey görevli var. Çok sert davranıyor Hocaefendi’ye çocukların önünde. Babası değil dedesi yaşında adamı omuzlarından tutup sarsıyor; akla hayale gelmeyecek hakaretler yapıyor. Daha önce de yapmışlar benzeri şeyleri. Hocaefendi’nin şehirdeki evini basmışlar. Belli ki psikolojik harp taktiği uyguluyorlar. Sindirmeye çalışıyorlar rejim için tehlikeli gördükleri insanları. Onların gözü önünde Hocaefendi’yi sürükleye sürükleye karakola götürüyorlar ve “Bakın gözünüzde büyüttüğünüz bu zata bile bunu yapıyorsak, siz de kim oluyorsunuz ki?” mesajıyla halka gözdağı veriyorlar.
Celal müteessir olursa…
Fakat o gün o bahçede yapılan çok ağırına gidiyor Hocaefendi’nin. Belki de Allah’a, Peygamber’e, mukaddesata çok ağır şeyler söyleniyor orada. Hani Bediüzzaman Hazretleri’nin kendisine benzeri türden eziyetler yapan birisinin başına gelen hadise için söylediği gibi “Ben hakkımı helal etmiştim ama demek ki Kur’an etmemiş.” dediği gibi, ihtimal dil uzatılan, hakaret edilen mukaddesatın hakkını helal etmeyeceği sözler sarf ediyor. Ve Hocaefendi’nin dudaklarından bir cümle dökülüyor: “Cemalinle değil Celalinle Allah’ım!” Birden nereden çıktığı belli olmayan büyükçe bir köpek, jandarmaların başındaki o üst düzey yetkiliye saldırıyor ve herkesin gözü önünde paramparça ediyor.
İnanmayanlara, menkıbe, hikaye, masal bunlar diyenlere diyecek bir sözüm yok. Ama inananlar kendilerine şu soruyu sormalı: Neden? Neden kainata konulmuş tabii işleyişe muhalif harikulade nev’inden böylesi bir hadise cereyan ediyor? Ben bu sorunun cevabını Bediüzzaman Hazretleri’nde buldum. Şöyle diyor Üstad: “Mesela, bir zihayat cüz’i bir şifası veya bir rızkı veya bir hidayeti için Cenab-ı Hakk’tan başkasına minnettar olmak ve başkasını perestişkarane (adeta ona taparcasına) medih ve sena etmek, rububiyetin azametine dokunur ve uluhiyetin kibriyasına ilişir ve ma’budiyet-i mutlakanın haysiyetine dokundurur, celalini müteessir eder.” Celal müteessir olursa da sonuç böyle olur.
Yukarıda hikaye etmeye çalıştığım iki hadiseyi bir bütün halinde mütalaa etmeye çalışın. Bir tarafta mutlak irade, diğer tarafta Celalin sahibi. Kim bu? Allah (cc).
Biz sebepler planında üzerimize düşeni yapmaya devam ederek, ümidimizi koruyarak Allah’a yalvaralım ve “Celalinle değil Cemalinle Allah’ım” diyelim; diyelim ama bu mutlak irade sahibi Allah’ın Celaliyle de tecelli edebileceği endişesi gerçeğini unutmayalım. Kim bilir son iki-üç aydır gördüğümüz ateşten seylaplar belki de Celali tecellilerin ta kendisidir.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment