Ahmet Kurucan
Eski Yazıları
- Yalan üzerine kurulu dünya yıkılmaya mahkumdur
- Hak ve batıl mezhep
- ‘Bugünden dünü okuyunca’
- İman, yanlışlık, farkındalık, yüzleşme, hesaplaşma ve helalleşme
- FG harfleri yeter mi?
- İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği ve Diyanet
- Ahiret çok şenlikli olacak?
- Habili cemaat öldürmüş!
- İlahi adalet
- Yalan
- Daha eski yazılarını gör...
Allah kuluna kâfidir
Son iki yıl içinde birkaç defa kendi kulaklarımla duydum Fethullah Gülen Hocaefendi’den; “Eğer annem-babam, kardeşlerim, eğer evli olsaydım eşim, çocuklarım aynı anda ölselerdi; bugün ülkemizin içine düştüğü durum karşısında duyduğum üzüntü ve ıstırap kadar üzüntü ve ıstırap duymazdım.”
Benim gibi sıradan insanların anlamakta da, mana vermekte de zorlanacağı türden bir cümle bu. Himmeti milleti, ümmeti ve bütün insanlık olan peygamber vârisi devâsâ kametlerin söyleyebileceği sözler bunlar. Nitekim peygamberler bir tarafa Hz. Ebu Bekir’den Bediüzzaman’a kadar nice büyük şahsiyetlerden aynı muhtevayı yansıtan cümleler biliyoruz. Mesela; “Vücudumu o kadar büyüt, o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım ve başka hiç kimse oraya giremesin.” Ya da “Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım.” beyanları buna ait iki örnek.
Bu cümle üzerinde düşünürken ilk defa merhum Said Ramazan el-Buti’den duyduğum bir yorum aklıma geldi. Belki aynı yorumu yapan başkaları da vardır. Hüzün senesi genelde Efendimiz’in iki oğlu Kasım, Abdullah, eşi Hz. Hatice ve amcası Ebu Talib’i arkası arkasına kaybettiği yıla verilen isim olarak bilinir ve anlatılır. Düşünün, iki erkek evlat; yıllardır aynı yastığa baş koyduğu ve hayatta olan 4 çocuğunun annesi ve her şeye rağmen küçüklüğünden beri kendisine kol kanat germiş amcası aynı yıl vefat ediyor; bu seneye hüzün senesi denmez de ne denir? Tahayyülü bile ıstırap verici. Hangi insanın buna takati yeter? Nitekim Efendimiz’in (sas) “Ey dağ, benim başıma gelen senin başına gelseydi dayanamaz, yıkılırdın.” sözünü bu yıl söylediği rivayet edilir. Ama Said Ramazan böyle düşünmüyor. Mealen diyor ki: “Allah kuluna kâfi değil midir?” (Zumer, 36) ayetine masadak olan bir Nebi bu üzücü hadiselerden daha ziyade kavminin kendisine iman etmediğinden dolayı üzüntü duymuştur. Hüznün asıl kaynağı mezkur vefatlar değildir.”
Bence doğru söylüyor El-Buti. İlk paragraftaki örneklerin gösterdiği gibi Hz. Peygamber’in (sas) hayata taşıdığı ufka yine O’nun rehberliği eşliğinde seyahat eden, açtığı kulvardan yürüyen ulema, suleha, evliya, asfiya, mukarrabin şahsi musibetler hakkında böyle düşünürken, Efendimiz’in (sas) farklı düşünmesi düşünülemez. Evet, ayetin ifade ettiği ve Allah Resulü’nün de vücudunun bütün zerreleri ile duyduğu ve yaşadığı gibi Allah kuluna kafidir. Hicret esnasında mağarada yol arkadaşının yakalanacağız telaşı karşısında takındığı tavra ve ağzından çıkan şu söze kulak kesilin. “İki kişi hakkındaki zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah’tır.” Siyakı ile birlikte ayeti bir daha okuyalım: “Allah kuluna kâfi değil midir? Kalkmışlar da seni O’nun dışında birtakım başka şeylerle korkutmaya çalışıyorlar. Allah kimi şaşırtırsa artık onu yola getiren olamaz. Ama kime de Allah yol göstermişse onu saptıran olamaz. Allah, (mutlak galip ve istediği anda hakkını alan, dilediğinin hakkından gelen) “Azizün Zü’ntikam” değil midir?” (Zümer, 36-37)
Taif duası
Makam münasebetiyle musibetlere karşı tavır almada Efendimiz’in (sas) çoklarımızın gözünden kaçan Taif duasındaki bir derinliğe işaret edeyim. Yaşanmış olan o üzücü hadise malum. Bahsini ettiğimiz hüzün senesinde gerçekleşiyor Taif’e ziyareti. Kur’an’ın sesine kulak verecek, Peygamber’ini dinleyecek ve ihtimal sebepler planında Ebu Talib sonrası kendisini himaye edecek insan arayışı adına Taif’e gidiyor Efendimiz (sas), Hz. Zeyd ile beraber. Ummadıkları bir manzara ile karşılaşıyorlar. Hor ve hakir görülüyor, tartaklanıyor, hakaretlerle mukabele görüyor ve en ağırı taşlanıyorlar. Bu taşlar sebebiyle ayaklarının kanadığı rivayetleri var. Arş-ı Rahman’ı ihtizaza getirecek bir hadise bu aslında. İşte tam bu esnada mahzun gönlüyle Efendimiz (sas) ellerini açıyor ve Rabbisine içten içe şöyle sesleniyor: “Allah’ım! Güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum.”
Devam edeceğim ama şu hususu gözden kaçırmamalısınız. “Allah’ım! Bana bu zulmü reva görenleri, ‘Allah senden başka gönderecek peygamber bulamadı mi?’ diye hakaret edenleri, bana ‘Burada ne işin var? Seni şehrimizde istemiyoruz, def ol git!’ diyenleri, tükürüklerini salyalar gibi salarak üzerime sümkürenleri, taşlar atarak ayaklarımı kanatanları Sana şikâyet ediyorum” demiyor. Aksine bütün bu zulümler, eziyetler, işkenceler, hakaretler karşısında güçsüzlüğümü, dayanıksızlığımı Sana şikâyet ediyorum diyor. Ayrıca insanlardan ve insanların yaptıklarından değil, insanlar nazarında hor ve hakir görülmeyi Allah’a şikâyet ediyor. Bu ne büyüklüktür, bu nasıl bir tahammüldür ve bu ne engin bir ruh halidir!
Dua demiyorum; aksine Rabb’e seslenişin, O’nunla konuşmanın, tek taraflı muhaverenin, halini O’na arzın devamına bakın; “Yâ Erhamerrâhimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benim de Rabb’imsin.. beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mi?”
Arş-ı Rahman’ı ihtizaza getirecek sözler
Can yakıcı sözler bunlar. Buram buram samimiyet kokan, insanın ta can evinden vuran ve tek başına gözyaşlarını ceyhun etmeye yeten beyanlar. Devamı ise imanın, itaatin, teslimiyetin zirve yaptığı sözler: “Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferahfeza, daha geniştir.”
Ve işte şimdi dua: “İlâhî, gazabına giriftar yahut hoşnutsuzluğuna dûçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nur-u Vechine sığınırım. İlâhî, Sen razı olasıya kadar Senin affına muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir.”
Arş-ı Rahman’ı ihtizaza getirecek sözler demiştim yukarıda; nitekim getiriyor da. Cebrail (as) yanında dağlar meleği Efendimiz’e geliyor ve istediği takdirde Ebû Kubeys ve Kuaykıan Dağları’nı Taif halkı üzerine kapak gibi kapatacağını söylüyor. Onca çileye, ıstıraba, işkenceye, hakarete maruz kalan Nebiler Serveri’nin (sas) cevabı ise şöyle: “Ben onların soylarından yalnız Allah’a ibadet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan tevhit ehli bir neslin yetişeceğini ümit ediyorum.”
Bütün bunlardan sonra kuluna kâfi olan Allah, bir kısım ayetlerini kendisine göstermek için işte o kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiği Mescid-i Aksa’ya götürüyor.
Bitirirken; kul olabilme esastır. Kul olunca insan, dağları yerlerinden oynatacak musibetlere de katlanır; çünkü Allah ona kâfidir. Kul olunca insan, Efendimiz’in (sas) açık bıraktığı kapıdan seviyesine göre miracını da gerçekleştirir; çünkü kuldur. Unutmayın; Allah hem de iki ayet arkası arkasına söyle buyuruyor: “Artık şüphe yok ki, her zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır.” (İnşirah 5-6)
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment