Fatih Behçet Çağlayan
Eski Yazıları
- Fatih Behçet Çağlayan-Kilisede bir iftar programı
- Fatih Behçet Çağlayan - Organik yaşam
- Fatih Behçet Çağlayan- Acil serviste bir gün
- Fatih Behçet Çağlayan-ABD’de nitelikli öğretmen sorunu
- Fatih Behçet Çağlayan - Ümitsizlik ve ülkemin hali
- Fatih Behçet Çağlayan - Bir dönemin iz bırakan melodileri
- Fatih Behçet Çağlayan - Gurbet
- Fatih Behçet Çağlayan - Yiyecek israfı ve üzerimize düşenler
- Güneydoğu meselesi ve Hocaefendi
- Fatih Behçet Çağlayan - ZAMAN’da kısa bir yolculuk
- Daha eski yazılarını gör...
Fatih Behçet Çağlayan - Ümitsizlik ve ülkemin hali
Ülkemden uzakta olmam, ülkemi düşünmüyor, ülkem için kaygılanmıyor olduğum anlamına gelmiyor. Bilakis son dönemde yaşanan hadiseler karşısında zaman zaman ümitsizliğe kapılmıyor değilim. Bunun başlıca nedeni de kimilerinin tüm olan bitenlere karşı kayıtsız kalmaları; vurdumduymaz olmaları.
Türkiye, her ne hikmetse, kurulduğu günden bu yana hep tezatlar ülkesi oldu. Bir yanda ezilen, hor görülen yoksul halk; diğer yanda varlığından hiç eksilme olmayan seçkin bir zümre. Aklınıza gelebilecek her türlü ayrıcalık bu zümreye aitti: Yurtdışında eğitim görmekten, yalılarda oturmaya, lüks arabalara binmekten yazlık mekanlarda tatil yapmaya kadar hemen her şey. Hatta o dönemin seçkinleri ile halk arasındaki ayrımı çok iyi özetleyen şöyle bir haber kupürü bile vardır, “Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor” diye.
Bu iki toplum katmanı arasındaki uçurum son çeyrek asra kadar devam etti. 80’li yılların sonuna doğru serbest piyasa ekonomisi, yurtdışına açılım derken halk artık yavaş yavaş bu tür imkanlardan yararlanmaya başladı. Eğitimde fırsat eşitliği gündeme geldi. Artık ülkenin her hangi bir köyünde veya kasabasında yaşayan yurdum insanı, su elektrik vb. temel ihtiyaçlarının da ötesinde imkanlara sahip olabiliyordu.
Son on senede bu imkanlar daha da arttı. Artık halk makul fiyatlarla uçak yolculuğu yapabiliyor; evlatlarını yurtdışına eğitim için gönderebiliyordu. Lakin tüm bunlar olurken, iktidar sahipleri belki bilerek belki de bilmeyerek kendi “seçkin” zümrelerini inşa etmişlerdi bile. Artık bu zümrenin hakkıydı lüks araçlara binmek, yurtdışına tatile gitmek, yeri geldiğinde devletin imkanlarını kendi şahsi ikballeri adına seferber etmek.
Geldiğimiz noktada, dünya hayatının cazibesi insanları o kadar sarmalamış olmalı ki; yaşanan haksızlıklar neredeyse kimsenin umurunda değil. 90’lı yıllarda bir şehit cenazesi geldiğinde yer gök inler; insanlar öfke seli olur sokaklara dökülürdü. Son altı ayda 500’ün üzerinde şehit verilmiş olmasına rağmen kimsede en ufak bir kımıldama yok. Hizmet gönüllülerinin maruz kaldığı zulümleri saymaya gerek bile yok. Onlar çoktan hain damgası yediler ve yaşadıkları hukuksuzlukları fazlasıyla hak ettiler(!) bile.
Evet, zaman zaman ümitsizliğe kapılmıyor değilim. Ama üzüntüm bu davanın yok olup gideceği endişesinden kaynaklanmıyor. Allah, er ya da geç bu bayrağı yerden kaldıracaktır. Bundan kimsenin en ufak bir şüphesi olmasın. Asıl mesele yarın huzur-u mahşerde bize hesap sorulduğunda halimizin ne olacağı.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment