Ahmet Kurucan
Eski Yazıları
- Yalan üzerine kurulu dünya yıkılmaya mahkumdur
- Hak ve batıl mezhep
- ‘Bugünden dünü okuyunca’
- İman, yanlışlık, farkındalık, yüzleşme, hesaplaşma ve helalleşme
- FG harfleri yeter mi?
- İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği ve Diyanet
- Ahiret çok şenlikli olacak?
- Habili cemaat öldürmüş!
- İlahi adalet
- Yalan
- Daha eski yazılarını gör...
5 soruda IŞİD ve fıkıh
IŞİD’in üstlendiği ve yüzlerce insanın katledildiği Paris saldırısı İslam ve terör etrafında yeni tartışmalara vesile oldu.
Ağzı olanın konuştuğu bu ortamda editörümün dikkatimi çektiği şeylerden biri terörün fıkıh kitapları ile olan alakası. Birisi fıkıh buna bir şey demez mi diye sorarken, buna cevaben bir başkası “Fıkıh kitapları bu katliamları meşrulaştıracak görüşlerle dolu.” diyor. Gerçekten öyle midir? Eğer öyleyse Paris katliamının sorumluluğunu da üstlenen IŞİD benzeri örgütler 1,5 milyarlık İslam dünyasında neden marjinal olarak kalıyor?
Terör ve fıkıh münasebeti, etraflıca ele alınmayı gerektiren ve şu ana kadar hakkında nice kitaplar yazılmış, doktora tezleri yapılmış önemli bir meseledir. Kısa ve net soru-cevap tarzında Selefilik, IŞİD, terör ve fıkıh ekseninde bazı hususlara değinmek isterim.
1- IŞİD itikadi bağlamda kendisini selefi diye adlandırmaktadır. Selefi ne demektir?
Selef, sözlükte ‘önce olan ve önceden gelen-geçen’, ıstılahta ‘sahabe, tabiin veya onlar’ gibi örnek alınacak hayata sahip olan kişiler demektir. Bu sebeple olsa gerek genelde selef “salihîn” şeklinde bir vasıfla birlikte kullanılır. Selef kavramı, bir fert veya bir grup için ve bazen de bir-iki nesli kapsayacak şekilde kullanılmaktadır.
Burada bilinmesi gereken iki kavram daha vardır; ehl-i eser de denilen ehl-i hadis ve ehl-i rey. Ehl-i hadis, adı üzerinde Hz. Peygamber’i (sas) bire bir takip eden, sahabi ve tabiin’in izinden giden, dini muhafazanın ancak onlar gibi hayat yaşamakla mümkün olacağına inanan kişilerdir. Bu inancın en net yansıması akla müracaat etmeme, hiçbir konuda görüş ileri sürmeme ve Kur’an, sünnet, sahabe ve tabiin neslinden gelen her görüşü olduğu gibi kabullenip yaşamını buna göre şekillendirmektir.
Ehl-i re’y ise nassları kabullenmekle beraber, sınırlı nassların sınırsız hadiselere çözüm olamayacağı düşüncesiyle nasslara belli metodolojik kurallara bağlı olarak gai yorumlar getirir. Gai yorum, metnin literal manasının dışına çıkarak Allah ve Resulü’nün (sas) asıl muradını keşfetmeye çalışma demektir. Bu ameliye belli metodolojik esaslar çerçevesinde yapıldığı için, işarî ve bâtınî yorumlardan ayrılır.
IŞİD ve benzerlerin kullandığı manada selef ve selefiliğe gelince; selef kavramı hayatın hemen her alanında İslam’dan ciddi kopuşların olduğu zamanlarda çıkmıştır. Nitekim “Selefin mezhebi, selefin yolu” gibi deyimler Kur’an, sünnet, sahabe ve tabiin dönemlerine dönüş özlemini ifade eder. Bu yaklaşım zamanla tabanda destek bulmuş, daha sonraları bu fikrin sistematize edilmesi ile birlikte adına “Selefilik” dediğimiz ideolojik bir akım doğmuştur. İbn-i Kayyim ve İbn-i Teymiyye’nin kitaplarında selefiyye kavramı bu bağlamda çok sık kullanılmaktadır. Kastedilen mana açıktır; bid’atlardan İslam’ı temizleyip sahabe ve tabiin dönemindeki aslî, saf ve yalın haline geri döndürmedir. Bunun ise bir tek yolu vardır; Kur’an ve sünnetin zahirine sarılma, sahabe ve tabiinin yapmadığı tevil ve tefsirleri yapmama. Onlara göre ehl-i rey bu açıdan büyük yanlışlık içindedir.
2-Selefilere göre insan aklının önemi ve rolü yok mudur? Kur’an, sünnet, sahabe ve tabiin kıyamete kadar her türlü soruna cevap üretmiş midir?
Onlara göre akıl ikiye ayrılır. Birincisi sahih akıldır. Bu Kur’an, onu açıklayan sünnet ve bu ikisini açıklayan ilk iki nesildir. Bunun haricinde yer alanların aklı ise sadece idrak ve tasdik edicidir. Başka fonksiyonu yoktur. Onun için akıl ile nakil çatıştığında onlara göre nakil tercih edilir. Bu açıdan nassları bırakıp akıl ile (re’y-görüş) hareket etme Allah’ın Ulûhiyet ve Rububiyetine karşı çıkma demektir ve şirktir. Kur’an, sünnet ve ilk iki nesil kıyamete kadar cereyan edecek her türlü probleme cevap üretmiştir. Buna inanmama, başka görüşlerinin Allah ve Resulü’nün (sas) hükmünden daha iyi olduğunu kabullenme demektir ve buna inananlar da kâfirdir veya mürteddir.
3-Herkesin bildiği “aklı olmayanın dini olmaz” yaklaşımına nasıl bakıyorlar?
Akıl İslam’a girene kadardır; girdikten sonra aklını selefe teslim edeceksin. Kur’an ve sünnet, eğer bunlarda yoksa selef alimlerinin dediğini kabul edecek ve ona göre hayat yaşayacaksın.
4-Bu fikirlere inanan selefiler fikri tartışmaya açık değiller mi?
Açık değiller; çünkü hakikat tekelciliği yapıyorlar, kendi düşündüklerinin doğru bunun karşısında yer alan herkesin batıl olduğu inancı içindeler. Literatürdeki tabirle ahirette kurtulacak fırka-yı nâciye kendileridir, muhalif olan herkes kâfirdir, mürteddir ve cehenneme gidecektir. Kâfir ve mürtedlere karşı mücadele etmenin adı da cihattır. IŞİD ve benzeri örgütlerin özellikle Müslümanları rahat bir şekilde öldürebilmesinin altında bu zihniyet yatmaktadır. Hatta bazıları öldürdükleri Müslümanları temizledikleri inancı içindeler. “Onları kanları ile temizledik” demeleri bunun göstergesidir ki bu akla ortaçağ Avrupa’sında ahirette kurtuluşun sadece kendi mezhebine mensubiyette olduğuna inanan ve muhalif mezheplerde olanları öldürerek onların ruhlarını kurtardığı ve cennete gitmelerine vesile olduğuna inanan Hıristiyan yorumlarını hatırlatmaktadır.
5-Fıkıh kitaplarına gelelim. Fıkıh kitaplarında bunları destekleyen görüşler mi var?
Fıkıh denince öncelikle şunun bilinmesi lazım; fıkıh kitapları ibadetleri bir kenara bırakacak olursanız, dünya hayatının hemen her alanına ait hukuki hükümlerin, görüşlerin, kanaatlerin yer aldığı hukuk manzumeleridir. Usullerdeki değişiklik ve içinde yaşanılan siyasi, ekonomik, kültürel, askeri vb. şartların farklılığı hükümlerde farklılığı beraberinde getirmiştir. Bu da karşımıza fıkıh mezhepleri ya da hukuk ekollerini çıkarmıştır. Bu ekollerin ortaya koymuş olduğu hükümler ebede kadar geçerli olan hükümler değildir. Fakat İslam tarihinde tam aksi istikamette yaklaşımların olduğu da bilinen bir husustur.
Konumuz açısından bakıldığında; o dönemin siyasi atmosferindeki genel hava şudur; Müslümanlar, gayrimüslimlerle neredeyse sürekli ve topyekûn savaş halindedir. Darü’l İslam ve darü’l harb ayrımı bu manzarayı en net bir şekilde bizlere sunan siyasi bir kavramdır. Yazının başında aktardığımız bazılarının gündeme getirdiği, “IŞİD yaptığı katliamlarda bu türlü içtihatlara dayanıyor.” dediği hükümler Müslümanların gayrimüslimlerle sürekli ve topyekûn savaş halinde olduğu o dönemlerde ortaya konulan hükümlerdir.
Yalnız unutulmaması gerekir ki IŞİD’in kendine meşruiyet kazandırmak için ileri sürdüğü bu hükümler, fıkıh literatüründeki tabirlerle ifade edecek olursak büyük çoğunluğu itibarıyla “kîl kavilleri” ya da “şâz hükümlerdir.” Yani “kîl kavli” kimin dediği belli olmayan, “şâz hükümler” ise tarih boyunca itibar edilmeyen, fıkıh kitaplarında pamuk tarlasında iğne arama misüllü bir cehd ve gayret ile bulunabilecek kıyıda-köşede kalmış beyanlardan ibarettir. Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu temel İslamî ilkelere, savaş ahkâmına getirdiği prensiplere, din hürriyeti, yaşama hakkı gibi temel hak ve özgürlüklere muhaliftir ve reddedilmiştir.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment