Beste Nigar
Eski Yazıları
Yollar Bize Memleket
Sonbaharın çok yakıştığı bir kuzey Amerika şehrinde anadilim olmayan bir dilde sakin bir ikindi vakti bir kafede otururken döküldü o kelimeler: “Bir tanrının varlığına inanmıyorum.” Binbir özürle “offend” edilme (incitme) maksadı güdülmeden söylendiği defaatle zikredildi.
Göz göze bakıyorduk bunlar olurken, ya da belki o bakıyordu da benim kulaklarımdan bu kelimeler geçip beynime -ya da kalbime mi demeliyim- gittiği an ben zaten çok uzaklara dalıp gitmiştim. Kendimi toparlamaya çalışıyordum içten içe, “offend” olmadığımı kanıtlama gayretiyle hiçbir yüz işmizazı yapmamaya çalışarak. “Bir kalbin imansızlığı karşısında zerrelere ayrılmayan kalp” kavramının ötesine berisine uğrayıp kendimi sorgulayarak.
Aslında çok alışılmadık bir cümle değildi bu benim için. İçerik olarak akademik ortamlarda defalarca duyduğum dini aşağılamalar, dinin geceleri rahat uyuyabilmek için insanların kendilerini zorla ikna ettiği bir şey olduğunu ifade etmeler… Ben alışmak gerekmediği halde, buna benzer cümlelerin çokça geçtiği yerlerde yaşamaya alışmıştım. Öyleyse neydi beni o ikindi vakti uzaklara daldıran bu duyuştaki farklılık. Bu ifadede bir hırçınlık sezmiştim ben, kocaman bir arayışa karşılık. Kendi içiyle kavgalı bir kalbin, “evet bir tanrı yok ama keşke olsaydı, keşke olsaydı da şu sızılarım ve arayışlarım bir dinseydi” deyişini okudum ben o cümlede. Bu karşıdakini offend etmemeye binler yemin edilişin arkasında yatan sır, ve söyleneni bir türlü içine sindiremeyişin bir yansımasıydı.
Ne işim vardı benim burada? Memleketimden kıtalarca uzakta, yabancısı olduğum bir kültürde, beni bu insanla karşılıklı oturup yabancı bir dilde konuşmaya zorlayan neydi? Anadolu’nun küçük, mütevazi bir ilçesinde doğup büyümüş küçük ben neyi ifade etmeye çalışıyordum bu Avrupai kafe kalabalığında. Gaye-i hayal deyip sürekli ruhuma üflenen herkesle hemdem olma, herkes için gönlünde bir sandalye bulundurma, ortak insani paydalarda buluşma söylemleri “akli makuliyet” çerçevesinde birleşen başka birçok insan gibi bana da çokça tesir etmişti. Çabam bundandı. Evet, bu serüven birkac sene önce başladı. Karakterimin değişime olan direncini cok iyi bilen bir insan olarak, beni böyle silkeleyen, zorlayan bu öğretiler olmasa sanırım kendi “confort zone (alıştığım sınırlar)”umdan çıkmak için hiç gayret göstermezdim.
İlk bakışta kulağa başkalarına mesajı duyurma, güzellikleri götürme gibi gelse de ben bu işte çok da beklenmedik bir şey keşfettim. Hemdem olduğum her insanla çoğaldığımı, başkalaştığımı, yontulduğumu gördüm. Başkalarını tanıyayım, derdimi anlatayım derken, kendimi tanıdım, derdimi öğrendim. Her aralanan gönül kapısında şöyle bir durup şükrettim, Allah’ım bu nasıl lütuf? Nasıl bir vüd veriyorsun insanların kalplerine, nasıl yakınlaştırıyorsun bizlere… Açılan her kalple ne çok zenginlikler bahşediyorsun hazinelerinden? Ne güzel renklendiriyorsun dünyamızı? Senin boyanın başka gönüllerde nasıl tuttuğunu görmek ne büyük lütuf. Ve bizleri dini, dili ne olursa olsun birbirinden güzelliği öğrenen insanlar etmen nasıl bir ihsan? “Kızımın benim ondan yapmamı istediklerimi yapmasını değil, Allah onu ne için yaratmışsa asıl onu yapmasını isterim” cümlesiyle beni irşad eden Hıristiyan bir arkadaşım oldu. Kefaret gününde bütün karşılaştığı arkadaşlarından özel helallik dileyen Yahudi arkadaşlarım oldu. Allah’a yakınlaşmak niyetiyle benimle beraber 30 gün Ramazan orucu tutan Hıristiyan arkadaşım oldu. Dedim ya, ben bütün bu güzel kalplerle çoğaldım, yoğruldum. Daha başka taraflarından bakmaya çalıştım hayata.
İnsan yola revan olurken yolculuğun nasıl olacağına dair kafasında bir hayal vardır ya. Bu yolculuk ilk başta hayal ettiğim gibi gitmiyor vesselam. Beklediğimden bambaşka menziller çıktı önüme. Ve ben bu halden zerre kadar şikayet etmiyorum. Ne güzel diyorum, yollar ne güzel. Diyor ya şarkıda “Neresi sıla bize, neresi gurbet / Yollar bize memleket!”. Aslolan varmak değil, yolda olmak oluyor gözümde. Bir bir düşüyor hayalimin kaleleri. Zamanın “Bedi”sinin deyişiyle sağ elime dua, sol elime istiğfarı almaya duruyor gönlüm.
O gün akşam eve dönerken sonunda taştı cağlayan. O cümle beni silkip sonunda yapacağını yaptı. Senelerdir ağlamayı unutmuş gönlüm rikkate geldi. Gözyaşlarıyla beraber dualar da dilimden sökün etti. Bütün imkanlarına rağmen ötelere uzak, masivaya yakın oluşuyla bir çöl olan bu diyarda bizi mahvettirme, bizi huzuruna al, bize merhamet et. Şefkate muhtaç, imanın nuruna, güzelliklerine muhtaç bu kalpleri sana yaklaştır. Yad-ı cemil eyle bu güzel hareketi, ve bizim canlarımızı “yollarda” iken, bu gaye ile koşarken al… (Amin)
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment