Sürgün adalet
Hiç bir acı diğerinden daha küçük veya daha büyük değildir. Acılar birbirleri ile kıyas edilerek azalmaz.
Matemetik denklemlerinde eşitliğin her iki yanındaki sayılar birbirleri ile sadeleşse de, acıları birbirleri ile sadeleştirerek yok edemezsiniz.
Hele ki bir acı rakibine daha büyük bir acı yaşatarak asla kaybolmaz. Bu sadece düşmanlıkları büyütür. Ve her düşmanlık yeni bir acıya gebedir.
O yüzden kan davalarını anlayamamışımdır. Neticede her kan davası, sonu bir türlü gelmeyen yeni acılar silsilesidir.
Oysa acılar paylaşılarak azalır veya en azından yürekler soğur ve bu paylaşımın samimiyeti derecesinde yeni acıların ortaya çıkması engellenir.
Bir de acıya düşen, kendisine o acıyı yaşatanın adil bir şekilde muhakeme olduğunu bilmek ister.
Bu işin merkezinde ise hukuk ve adaletin yer aldığını söylemek sanırım yanlış olmaz.
Kişiler ve topluluklar her zaman adalet duygusu ile tatmin olurlar. Eğer insanlar haklarının alınmadığını yani adaletin sağlanmadığını düşünmeye başlamışlarsa, o zaman kendilerince o hakkın alınması yani ihkak-ı hak yoluna başvururlar ki bir toplum adına kaosun kapılarını açan şey de budur.
Bütün toplumsal olaylar hep bu adalet duygusunun tatminsizliğinden kaynaklanmıştır.
Görünen sebep ne olursa olsun; gelir dağılımındaki eşitsizlikten, temel hak ve özgürlüklerin baskı altına alınmasına kadar, her türlü ve her seviyedeki adaletsizlik anarşinin asıl sebebidir.
Onlarca yıldır tahkir edilen Orta Doğu insanının bugün radikal gruplar tarafından mobilize edilmesinin altında ferdi ve içtimai adaletsizliğin olduğunu kim inkar edebilir.
Eğer, bir asırdan daha fazla bir süre önce doğu vilayetlerimizin hastalığını teşhis ederek reçete sunan Bediüzzaman hazretlerinin o günkü reçetesini bir nebze samimiyetle uygulamış olsaydık bugünkü problemlerimizi yaşar mıydık?
Oysa ki devleti idare edenler, adaletin de ötesinde şefkatle muamele etmeleri gerektiği yerde, “misliyle karşılık” vermek gibi acayip ve hukuku hiçe sayıcı ifadelerle nerede durduklarını gösteriyorlar.
Bu sadece bugünün problem değildir elbette. Yıllardan beri her meseleyi sadece güvenlik boyutu ile ele almaktan ibaret olan devlet aklı bir süre önce “temel insan hakları”na dayalı bir yaklaşım sergilemeye başlamış gibi görünmüşdü. Neden sonra anladık ki, bu tarz da aslında sadece bir oylamadan ibaretmiş.
Halbu ki en azından ana dilde eğitim hakkı bile çok şey ifade edebilirdi. Ama bugün devletimizi idare edenler her hakkı, ekstradan verilmiş bir nimet gibi sunmak ve bunun üzerinden oy devşirmek basitliğinden kurtulamadılar. İşlerine gelmeyince de daha önce elde edilen kazanımları bile bir çırpıda harcamaktan geri durmadılar.
Aslında basit düzenlemelerle elde edilebilecek pek çok demokratik kazanım, “çözüm sürecindeki” yanlış uygulamalar ve gel-gitler neticesinde hep bir grubun zorla hak elde edebileceği ve devlete diz çöktürebilecekleri algısını büyüttü. Ve ülkenin güneydoğusu resmen terör örgütüne peşkeş çekildi.
Bugünkü sonuçlarda dünkü sebepler üzerinde durmak gerekiyor. İş gelip adalet duygusunun tatmin edilememesine yani hukuksuzluklara dayanıyor.
Ne bir maden faciasının, ne de bir asansör kazasının failleri hesap veriyor. Sadece iktidara yakınlıkları onları bu derece sorumsuz kılıyorsa; bizzat iktidardakilerin kendilerini layüs’el görmeleri şaşırtmamalı.
Devletin imkanları ile millete ait araziler yandaşlara peşkeş çekiliyor ortada suçlu yok.
Devlet malı hortumlayıp rüşveti de hediye diye alanlar takipsizlik kararları ile adaletten kaçırılıyor.
Bir tarafta sıfırlanamayan milyonlar, diğer yanda milyonlarca fakir, işsiz, dargelirli vs. gelirde adalet bekleyen yığınlar var.
Toplumun bir kesimi, sadece iktidar partisinin uygulamalarına muhalif oldukları için rahatlıkla vatan haini ilan ediliyor.
“Sen kapıyı kır al, biz kanun yapar suç olmaktan çıkarırız” diyen adam içişleri bakanı olup bütün kolluk kuvvetlerinin başına geçebiliyor.
İktidara biat etmeyip dik durduğu için Hizmet Hareketine yakın işadamları tehdit ediliyor, müesseseleri kanunsuz bir şekilde kapatılmaya çalışıyor ve hakları ellerinden alınıyor. En üst seviyede ülkeyi idare edenler tarafından hedef gösteriliyor. Toplumun önemli bir kesimine karşı nefret suçu işleniyor.
Ama bütün bunlara rağmen Hizmet gönüllüleri hiç bir taşkınlık yapmıyorlar, sadece hukuki mücadelelerini sürdürüyorlar. Bir de bu dünyada veya öbür tarafta haklarının alınacağına olan inançları ile işlerine devam ediyorlar.
Acılarını bağırlarına gömüyorlar adeta.
Zira çok iyi biliyorlar hiç bir acı, acı çektirene acı vermek ile hafiflemez. Zalimin zulmü, mazluma adaletten uzaklaşma hakkı vermez.
Ne var ki, bu ilke herkesi ve herkesimi bağlamıyor.
Hiç istemediğim halde söyleyeyim; bu adaletsizlik devam ederse acı çektirenlerin acılar yaşaması kaçınılmaz hale gelir. Değişik seviyede toplumsal patlamalarla karşılaşabiliriz.
Ve bir de “Kahhar-ı Zülcelal” zalimin perçeminden tutarsa, o öyle bir musibetdir ki, yaşın yanında kurular da yanar (Allah muhafaza).
1 Comment
Only registered users can comment.
Sadakte ve bil hakki natakte..