Bir ayrılış hikayesi daha
Geçen haftaki yazımı ‘henüz birşey anlatmaya başlayamadım’ diye bitirmiştim. Zira benim kırık dökük ifadelerimin o hicret yolcularının yüksek hissiyatlarını sadece basitleştirdiğinin farkındayım. Buna rağmen bir kere daha muhacirlerin gurbet hatıralarından bir pencere açıp hissiyat avlamaya çalışacağım. Ancak bu seferki bir gurbetten başka bir gurbete gidişi anlatıyor. Yine meçhul muhacirin not defterine beraberce göz atacağız:
“Gerçek şu ki bu bir ayrılış yazısı değil. Sadece nasıl başlayacağını bilemeyen kalemin çırpınışları. Yıllar önce buraya gelirken duyduğumun çok derininde bir boşluk hissi ile doluyum.
Bu ayrılığın beni bu kadar etkileyeceğine ihtimal vermiyordum. Yıllar içinde neler neler yaşadım. Bu yerler, içimde hasretini çok uzunsüre taşıyacağım hatıralar yaşattı bana. Yüreğimde sevdasını hep duyacağım bu kara kıta ve kara kıtanın masum ve mağdur insanlarının.
İçimde ne kadar inişler ve çıkışlar var. Zıt fikirler taşıyorum. Burada kurduğum dostlukların ötesinde bir bağla bağlandığımı ve belki de bu yüzden ayrılmam gerektiğini düşünüyorum. Ne garip, şiddetli muhabbet ayrılığın sebebi. Çünkü bu dünyada
her güzellik fani ve onlar terk etmeden önce terk etmeyi bilmeli insan.
Ama bu coğrafya bana yepyeni bir hayatı da hediye etti. Yıllardan beri içinde olduğumu zannettiğim halde bir türlü anlamadığım bu hizmetin gerçek adanmışlık felsefesini burada yaşayarak gördüm.
Kendimce bir dirilişin hikayesiydi bu. Evet ben buralarda kendime geldim. Adeta ikinci bir diriliş yaşadım. Yanlızlık mı? Şartların zorluğumu? Yoksa bir manevi el tarafından fevkaladeden sunulan bir ihsan mı?
Nesini özlerim? Neyin hasretini duyarım? Herkesin uzaklaşmaya çalıştığı bu ortamlar bende neden bir boşluk oluşturacak ki?
Yaşadığımız mahrumiyetleri mi özlerim acaba? Şimdi hatırlıyorum daha ilk geldiğimiz günlerdi, memleketlerimizi aramak için şehri bir başından diğerine kat edip sonra da sıraya yazılarak üç dakika konuşmak uğruna ne kadar zaman harcadığımızı. Halbuki basit bir telefon görüşmesi yapacaktık. İnternet yeni yeni hayatımıza giriyordu ve biz basit bir telefon görüşmesi için bile neler çekiyorduk. Belki de bulunduğumuz yere yabancı olmamızdan kaynaklanıyordu.
Şiddetli yağmurlarda ancak paçalarımızı sıyırıp bir süre sularda yürüyerek ulaştığımız evimizi unutamam herhalde. Kendi aramızda esprisini bile yapmıştık. Yaşadığımız mahalle ‘south C’ isminde idi ve bizler ‘south sea’ diyorduk. Zira devamlı yağan yağmurlarla denizin içinde yaşıyor gibiydik. En azından başımızı sokabileceğimiz bir evimiz vardı. Sokaklarında binlerce insanın çöp dağlarında yaşadığı, onbinlercesinin teneke evlerde istiflendiği birşehirdi burası.
Özleyecektim bu yerleri ve elveda demek zor geliyordu. Zor da gelse diyecektim.
Elveda sana ey şehir, ey gözyaşlarımla yıkanmıştoprak, ey koku, ey renk ve ey damağımda kalan tat.
Elveda, bir aslan vakarı ile gelip içime oturan veşimdi elimden kayıp giden düş.
Elveda sana güzel yüzlü sokak çocuğu. Yolumukesen hırsız, şehrin varoşlarında bitip tükenenhayat, acılarla yoğrulan gecelerdeki günah,açların sinesindeki binlerce ah! Size de elveda.
Tuzlu sularında hayallerimi saklayan okyanus, beni uzaktan selamlayan yunus, ey yosun kokulu sahillerin serinliği ve ey kızgın güneşlere bağrını siper eden kıta, elveda demek yetiyorsa eğer; size de elveda.
Elveda çamurlu yollar, karanlık sokaklar, akmayan sular, kesik elektrikler, olmayan belediye hizmetleri, çöple karışık keskin toprak kokuları, abus çehreli memurlar, işlerin bir türlü yetişmediği resmi günler evet hepinize elveda.
Ama bunların hiçbiri burada yaşadığım o hizmet günlerine gölge düşüremeyecek. ‘hey gidigünler’ dediğim zaman aklıma gelecek ilk şey kızıl güneşlere inat burada yaşadığım o yemyeşil günler olacak.
Dünya çapında Yunusvari gönüller yapma projesinin kenarından da olsa bir parçası olmanın ve bu uğurda yıllarca bu beldelerde bulunmanın tadı her türlü zorluğu ve sıkıntıyı aşmaya yettiği gibi bugün bu ayrılık vakti keşke biraz daha kalabilseydim dedirtiyor.
Odamda bütün bunları düşünürken,
-‘Herkes aşağıda bekliyor, hem zaten uçağa ancak yetişiriz’ dedi birisi.
Zaten eşyalarımı toplamıştım. Aşağıya indik. Etrafta vedalaşmaya gelen arkadaşlar ve bir grup öğrenciyi görünce içimde bir kaynama oldu. Patlamaya hazır bir yanardağ gibiydim ancak kendimi tutmam gerektiğini biliyordum. Dokunsalar lavlar fışkırtacaktım. Bir an önce helalleştim ve okulun bahçesinden çıktığımda kendimi salıverdim. Tam sekiz saatlik ilk uçuşum sevgilisinin cenazesine giden birisi gibi hıçkırıklarla geçti.
Ne ki, henüz ağlamaya başlamamıştım.”
İşte böyle diyor hatıralarında meçhulmuhacirimiz. Geçen hafta onun vatanından ayrılış anındaki ruh halini aktarmaya çalıştım. İnsanlığa hizmet imkanı bulduğu bir coğrafyadan ayrılışının hikayesi de yukarıda.
Bugün kendi ülkesinin idarecilerinden ağıza alınmayacak hakaretleri duyan bu hicret erleri o günlerde bu kadar üzülüp yaralanmamışlardır ve bugünkü gibi ızdırap duymamışlardır.
Hocaefendi’nin ifadesi ile; “Kimsenindüşünmediği ve akledemediği bir dönemde, hasret ve hicran mülahazalarına takılmadan,‘gurbet’ ve ‘yad eller’ demeden, hedef hak rızası, açıldılar dört bir yana; azimli, kararlı ve güvenle dopdolu olarak. Gönüllerindeki ülke tutkusunu memleket sevdasını hizmet aşkı ile bastırarak… yürüdüler mağriplere maşrıklara.”
Evet günümüzün kara sevdalıları memleket sevdalarını hizmet aşkı ile bastırıp yine hakadına, millet adına ve bütün bir insanlık adına açılmışlardı dünyanın dört bir tarafına.
Şimdilerde sıcak odalarında kahvelerini yudumlarken bir taraftan da sağa sola yalan ve iftira savuran; makaracı takımı siyaset işportacılarından, (twitter) kabadayılarına, oradan da devlet gücü ve millet parası ile gazeteve televizyon köşesi kapmış fikir ve irfanın cenaze levazımatçılarına kadar cümle hakaret esnafının anlaması mümkün değildir bu karasevdalıları.
Zaten bu satırlar da sadece tarihe bir not düşmegayretidir.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment