Bir ayrılış hikayesi…
Belki hayatının yarısına yakını ailesinden uzakta geçmişti. Gurbet denen şeyle dost olmuş biriydi. Öyle anadan babadan ayrılık onu ağlatmıyordu artık. Ancak şimdi bu gözyaşları, bu hıçkırıklar neyin nesiydi?
Zaten kendi istemişti. “Birgün bana da bu nasip olur mu?” diyordu. Ama garip bir his vardı içinde ve sarsılarak ağlıyordu. Ne idi onu bu derece etkileyen şey? İlk defa ailesinden ayrıldığında da hüzünlenmişti ancak bu derece sarsılmamıştı. Bir an ilk kez ayrılığı tattığı gurbetin o ilk gecesini hatırladı. Dokunsan ağlayacakdı. Yağmur yüklü bulutlar gibi doluydu. Başını yastığa koyduğunda gözlerinden yaşlar gelmişti ve bunu kimsenin görmesini istemiyordu. İçin için ağlamıştı o gece.
Peki şimdi neler oluyordu. Bu hal neyin nesiydi. Biraz sakinleşince düşünmeye başladı. Acaba bu şeytani bir duygu muydu ve ona esir mi oluyordu? Hicret-hicret demişti de şimdi bu ayrılmanın zorluğu, imtihanı mı olacaktı?
Hayır, sadece yıllardan beri birlikte koşturduğu arkadaşlarından ayrılmak giran gelmişti. Ve o buna ağlıyordu. Bir nebze kendine gelince düşündü; ‘bir ebedi beraberlik için şimdi bu muvakkat ayrılık yaşanmalıydı.’
Yola çıkmadan önce bunu anne ve babasına nasıl söyleyeceğini düşünüyordu. Yaklaşık 20 sene kadar önceydi. Afrika denince akla bugünkü gibi bilinen bir dünya gelmiyordu. Zor da olsa söyledi. İlk tepki babasından gelmişti;
-Sen hukuk fakültesini bitirdin, biz senin avukat olmanı beklerken bu yurt dışı işi de nereden çıktı? Hem de Afrika!
Annesi gözyaşlarını tutamadı;
-Burada hizmet olmuyor mu? Neden illa da yurt dışına gitmek istiyorsun?
Hislerini belli etmemek için gayret ediyordu. Onları çok seviyordu ve üzülmelerini istemiyordu. Annesi hüznünü gözlerinden akıtırken o içine doğru akan bir mağma gibiydi. Patlamamalıydı ve sabırla bu işi çözmeliydi. Zira anne ve baba sevgisinden de öte bir dava sevgisi taşıyordu.
Nihayet Allah’ın yardımıyla bu badireyi aşmış onları razı etmiş ve dualarını alarak ayrılmıştı.
Günler sonra, hıçkırıklarla sarsıldığı o günkü gibi sarsılan bir uçakla inişe geçmişlerdi. Sisli ve kapalı bir cumartesi sabahı bir Afrika başkentine iniş yapan uçakları onları hiç bilmedikleri bu diyara getirirken, buğulu gözleri ve bir ceylan yavrusu gibi titrek yürekleri ile tam üç genç kara kıtaya ayak basacakları anın heyecanını yaşıyorlardı.
Bir kara sevdayla açılmışlardı gurbete ve bu onların ilk duraklarıydı. Kendilerini karşılamasını bekledikleri dost gelememişti. Her nasılsa Türkiye’den ayrılmadan önce aldıkları otel adresini verdikleri taksici ile ufak bir pazarlık yaptılar. Kırık dökük bir İngilizce ile hangi hususta anlaştıklarını da tam bilemeden bindiler ve artık hayatlarının bundan sonraki meçhul bir süresinin geçeceği bu ülkenin kendilerine sevdirilmesi duası ile yola koyuldular.
Buraya kadar üç uçak değiştirmişler, iki kere aktarma yapmışlardı. Her yeni uçak adeta bir başka alemin kapılarını onlara açıyormuşcasına yabancı bir çevre ile karşılaşıyorlardı. Diller ve renkler gittikçe farklılaşmış ve sonunda ulaştıkları bu şehirde bir garip yalnızlık hissi onları sarmıştı.
İngilizceleri daha ilk saatte hostesin yemek ikramında sorduğu “chicken or fish?” (balık mı, tavuk mu?) sorusunda çuvallamıştı. Bu kadarcık bir yabancı dil bilgisi ile ulaşabildikleri herkese birşeyler anlatmak heyacanını taşıyorlardı.
İçlerinden daha genç olanı biraz daha iyi İngilizce konuşabilecek durumdaydı ve o ilk hostes sorusu sadece bir heyecana kurban gitmiş gibiydi. Kendisine gelince yola çıkmadan önce bir kaç hafta çalışmış ve anlatması gerekli olan bazı şeyleri ezberlemişti. Mesela okullar açmak istediklerini, eğitim faaliyetlerini, evrensel insani değerlere bağlılıklarını ifade edebilecek bazı paragraflar ezberindeydi. Ancak ilk karşılaştığı soruda genç dostuna dönüyor ve tercümanlık yapmasını bekliyordu.
Ev tutmak, etrafta yeni insanlarla tanışmak, daha sonra gelecek öğrenci arkadaşları ve kendileri için kurs ayarlamak, turist vizesi ile geldikleri bu ülkede kalıcı oturum için vizelerinin uzatılması gibi onlarca iş vardı ve bütün bunlar hep o ‘İngilizceleri’ ile olacak şeylerdi.
Sonra bir eğitim yuvası hayalleri vardı. Hiç tanımadıkları bu ülkede nasıl olacaktı? Hatta ilk kez gittikleri bir milli eğitim bakanlığı yetkilisi biraz da mahcup edercesine “Keşke sizler değil de İngilizce’yi daha iyi konuşabilen birileri gelseydi” demişti.
İşte böyle başlamıştı serüvenleri. Kalplerinde ve kafalarında sadece, bulundukarı bu coğrafyada da yeşermesini istedikleri dava düşünceleri vardı. Başka şey değil bir yeniden diriliş davasıydı bu. Bütün bir insanlığı içine alacak bir yeniden diriliş davası.
Kolay değildi. Gurbet zordu. Gurbet içinde yalnızlık zordu. Gittiği yerin dilini ve kültürünü bilmemek zordu. Pek çok yönüyle kendilerine uzak bu diyarlarda yaşamaya alışmak kolay görünmüyordu.
Ama Allah dileyince herşey aşılıyor, bütün zorlar kolay oluyordu. O ilk günlerde yazdıklarına baktı. İçine attıklarını ve tek sırdaşı günlüğüne yazdıklarını göz ucuyla yokladı;
Dudaklarına bir yarım tebessümle birlikte şu mısralar oturdu:
“Gördüm nurlu geleceği rüyamda bir gece,
Işıklar yağıyordu her tarafa sessizce.
…
Yeni bir dünya kuruluyordu; harıl harıl…
Her taraf gökle yarışır gibi pırıl pırıl.”
Hani demiştim ya birgün yazarım bu hicret yolculuklarını diye işte o yüzden kaleme aldım bu yazıyı. Bu onlardan sadece birinin ilk gidişine ait hissiyatın kırık aynadaki aksi. Evet biliyorum; o zorluklar adına henüz birşey anlatmaya başlayamadım.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment