Bir yazı yazdım, ülke karıştı!

Bir yazı yazdım, ülke karıştı!

Günlerden beri ‘benim kadar şanssız bir yazar var mıdır acaba?’ diye düşünmekteyim. Neden mi? Onca yıl aradan sonra gerek okuyucularımdan  gelen yoğun baskı, gerek gazete idaresinin ısrarları, gerekse medya dünyasında bıraktığım boşluğun hala doldurulamaması nedeniyle tekrar yazmaya karar vermiştim. Bir aralık akşamı (aslında ayın burada hiç bir önemi yok ama hani az hava katıyor bu tür girişlerde) NBC’nin yeni dizisi Blacklist’in finalini izleyip klavyeye elimi attım. Dizinin şubata kadar ara vermesinin kararımda bir etkisi var mıydı emin değilim ama pazartesi akşamlarım boşa çıkıyordu ve yazının yayın günü de Salı olacaktı.

İşte bütün mesele o Salı günü seçiminden sonra ortaya çıktı. İlk hafta öyle bir giriş yapacaktım ki (bakınız geçen haftaki yazım) üniversite deyip içeri adım atacak ama koridorlarda koşturmaktan amfideki yerimi alamayacaktım. Hatıralarla girip gerçeklerle çıkacaktım. Her şey planlanmıştı ve durum güzele benziyordu. Yazıyı tamamlamaya çalışırken gazeteden aradılar. Yayın gününü konuştuk. 

Yazılar ‘Cuma günü yayınlansa’ dediler, ‘bi düşünelim’ dedim; Cuma haftanın bitiş günü, ayrıca diğerlerine göre daha mübarek gün. Öğleye doğru abdestini alıp camiye doğru yönelmiş bir erkek şahıs o sırada elindeki akıllı telefondan yazıyı okusa ve kendini tutamayıp gülmekten abdest bozsa ne olacaktı? Bu kış günü adama ‘soğuk suda bir daha abdest al’ demek arkadan yanaşıp ensesine bir tokat aşketmekten daha riskli bir hareketti. Bu durumda “Cuma olmasın” dedim. 

“Cumartesi-Pazar hafta sonu gürültüsüne gider, okuma işini bile vazife icabı yapan bazı okurlar tatil niyetiyle gazeteye bakmıyorlarsa bizim yazı da güme gider” diyerekten son derece ileri düzeyde bir akıl yürütmesi yaptım. Gazetedekiler de bu mantık silsilemi anlayıp tamam dedi, hatta hoşlarına gitmiş olacak ki tebessüm de ettiler. Hafta sonu da olamazdı. 

Sıra Pazartesiye gelmişti. Ancak  Pazartesi, hafta başıydı ve özellikle işçi-talebe-memurin kesiminin çok sevmediği bir gündü. Moraller bozuk, kaşlar çatılı, hafta sonu rehavetini atmaya çalışırken okunacak bir yazı da olmasını istemezdim. Pazartesi de elendi. Sonunda daha fazla ileri gidip tekrar başa dönme tehlikesini de hissedince, Salı gününde karar kaldık. 

17 Aralık Salı ilk yazının yayınlanma günüydü. Ancak gel gör ki bütün Türkiye sanki benim yazının yayınlanacağı günü hatta anı bekliyordu. Yazıyı internetten gazeteye yollayıp kafa huzuru içinde yatağa doğru yöneldiğimde gayri ihtiyari televizyona son bir bakış attım, bakmamla da dona kalmam bir oldu. (Burada bir şerh düşeyim; bendeniz şu sıralarda dünyanın diğer ucundan, California’dan yazıyorum, Türkiye’de sabah 9:00 iken bizim diyarda  gece 23:00 oluyor, yatma niyet ve fiilinin sebebi budur.) Ülkede bir yolsuzluk skandalı vardı ve operasyon başlamıştı. TV’nin başına oturmuş, kalmışım. Aman Allah’ım ne operasyondu! İzlerken, rakamları dinlerken önce dudağım uçukladı, sonra boğazım kurudu ve sonra da ağzım açıldı. Başladım saydırmaya… Sonra tabii ki medeni bir insan olarak kendimi topladım ve sakince düşünmeye başladım. Tansiyonum yeniden yükseldi, çünkü yazı aklıma gelmişti. Acaba olayı ben mi başlatmıştım? Yazım önceden sızdırılmış ve operasyon başlatmış olabilir miydi? Sonra ‘kendine gel’ dedim. Ama şaşırmadım da değil; bunca yıldan sonra ilk yazının yayınlandığı gün bazılarınca milat sayılacak olayların başlangıcına nasıl olup da denk gelmişti. Kimsenin yazıdan haberi olmayacak, olanlarsa ‘abi dalga mı geçiyorsun, millet ne derdinde, sen ne derdinde !’ diyecekti.

Bir kaç gün içinde durum netleşir, olaylar durgunlaşır derken bu sefer de yeni bir milat çıktı ortaya; 20 Aralık. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sohbet videosu gündeme küt diye düştü. Şahsen ben de gazetecilik damarımla oturup izledim. Gerçekten çok etkileyiciydi, dinlerken dayanamayıp yüksek sesle ‘amin’ demiştim.  Ne diyecektim ki, “Korkunuz yoksa bu duaya amin deyin” diyordu. Ne içi para dolu ayakkabı kutum, ne bir kol saatim, ne dolarlarım, ne de eurom vardı. Şu hayatta bana ait olduğu çok net olan tek şey borçlarımdı. Bir güzel amin deyip işimin başına döndüm. 

Tabi millet boş durmuyor, her tarafı okumuş insan kaynayan, dünya eğitiminde ilk sıradaki ülkemizde köşe yazarlığıyla köşe dönme arasında mekik dokuyan bazıları da dolduruşa getirince ortalık yorum ve twit cennetine döndü. Okumayan, okuduğunu yarım okuyan, okusa bile anlamayan , anlamadan sallayan bir sürü insan olduğunu gördük. Koskoca milletvekili ağzını açıp “Beddua edilir mi” diye başlıyor, “Gerçi ben dinlemedim ama..” diye bitiriyordu. Hem hayret ettim, ülkemin bir kısmı için üzüldüm, hem şükrettim, ilk yılından beri yazacağım gazeteyi doğru tercih ettiğim için, aklı başında okuyuculara sahip olduğum için. 

Allah cümlemizi akıl tutulmasınsan korusun diye bitiriyorum. Ülkenin bu kadar karışacağını bilsem o ilk yazıyı yayınlatır mıydım? Ülkenin selameti için kendimi feda ederdim. Cümle edenlere de selam olsun! 

E-Posta: gezginabi@yahoo.com         

Twitter: @gezginabi 

Write a comment

No Comments

No Comments Yet!

Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.

Write a comment

Only registered users can comment.