Elvan Aktaş
Eski Yazıları
Birayla Isınan Cami Cemaati ve Yeşil Komünistler
70’li yılların sonları ve 80’lerin ilk yarısı, Ramazanların -ve tabii teravihlerin- sıcak yaz aylarına denk geldiği çocukluk yıllarımdı. Dışarıdan bakıldığında cami olduğunu ele veren tek şey, tekdüze kiremit çatısının ortasına dikilmiş bir çift hoparlör olan Orman Çiftliği Camii, benim cami ve cemaat hatıralarımı ilk yaşadığım yerdir.
Yazları Kur’an kursuna gidilen, tam namaz süreleri ezberlenip de elif-be’ye geçildiğinde ise yaz bitiveren ve Kur’an okuma hayali bir sonraki yaza kalan, tatillerde Cuma namazlarını kıldığımız, babamın her yıl iki kez inatla bayram namazı öncesi sabah namazı vaktinde orada olmamızda ısrar ettiği gariban, sade, minaresiz, kutu gibi, gösterişsiz Orman Çiftliği Camii…
Yaz ayları sıcak, çok sıcak… Klimadan geçtik, vantilatör bile lüks o yıllarda. Caminin arka ve yan tarafları içkili ve müzikli gazino/lokantalarla çevrili; hatta mihrabın baktığı taraftaki tüm pencereler gazinolardan birinin bahçesine açılıyor. Teravih namazlarıyla ilgili ilk hatıralarım, huşu içinde dinlenen Kur’an tilavetinden ziyade, pavyon müziklerinden kurtulmak isteyen gariban cemaatin camları açamayıp, sauna kıvamında terlediği uzun maratonlardan ibaret. Aynı bina kümesinin diğer tarafında ise, bazen ekmek vs alışverişini yaptığımız büfeler var. Haa bir de, büfelerden birinin sahibi Recep Amca… Cuma namazlarına gittiğimden, bana hep iltifatlar eden Recep Amca….
Hani beyninize kazınmış bazı hatıralar vardır, unutamazsınız; nedenini bilmezsiniz ama, oradadırlar hep. Recep Amca ve babamın cami etrafındaki gürültü kirliliğinden şikayet ettikleri, camiye ve namaza saygı gösterilmediğinden yakındıkları birçok muhabbetten biri benim için işte öyle. Belki de o muhabbet sırasında, cuma namazlarını sektirmediğim için bana verilen beleş bir Çiftlik dondurması yüzünden, bilemem… Fakat aynı muhabbet sırasında hatırladığım başka bir şey ise, kendi kendime camiyi neden oradan başka bir yere taşımadıklarını düşündüğümdür, çocuksu masumiyetimle…
…Ve tabii sonraki kış… Şubat tatili sırasında caminin kaloriferlerinin, yolun karşısındaki Tekel Ankara Bira Fabrikası (cumhuriyetin ilk sanayi (?) yatırımlarından) kazanlarından geldiğini öğrenişim. Yine, hep kısır döngüye mahkum ve sonu hep “Allah sonumuzu hayr etsin” ya da “Ne olacak bu ümmetin hali” ifadeleriyle biten o muhafazakar muhabbetlerden birinde, dayanamayıp Recep amca’ya sorduğum soru: “Bu kadar insan namaza geliyor, en azından cumaya. Herkes küçük bir şeyler verse, caminin kaloriferi bira parasıyla ısınmasa?!?” Recep Amca’nın hem hayran ve memnun, hem de mahzun yüz ifadesini unutamam, verdiği cevabı da: “Evladım, bedava olmasa bu cemaat camiye gelir mi? Camiye yardım kutusuna madeni para yerine, kağıt para atınca cenneti satın aldığına inanır bu cemaat!” Nasıl da üzülmüştüm, etrafımdaki koca koca adamlar birdenbire küçülüvermişti gözümde…
Tam olarak tarihini hatırlayamadığım bir başka –ama benzer- muhabbet sırasında babam ve arkadaşlarının, o zamanlar çok meşhur mücadeleler (?) veren Hak-iş ve Türk-iş sendikası tartışmalarını da hatırlıyorum. Lojmanlardan müteşekkil mahallemizde Türkiye’nin her yerinden, her görüşten komşularımız vardı. Türk, Kürt, Çerkez, Karadenizli, muhacir, Sünni, Alevi, solcu, ülkücü, komünist… Her renkten… İlk kez orada duymuştum “yeşil komünistler” ifadesini. Kızıl komünistler malum… Fakat Türk-iş ve Disk sendikalarını destekleyen solcuların, MSP’li Hak-iş’cilere yeşil komünist demelerini anlayamamıştım o zamanlar. Zaten çocuktum, umurumda da değildi… Yine cumaya gidersem, Recep Amca belki yine dondurma verirdi bana; dondurma tabii ki sendika ve grevlerden daha önemliydi, masumca…
Mesleki eğitimden midir, yılların getirdiği “her şeye ekonomi teorisi gözüyle bakma” kolaylığından mıdır bilemiyorum; ABD’deki seçim tartışmalarında bile boy gösteren, fakat şu sıralar Yeni TR’nin siyasi ve ekonomik darboğazlarından belki de en önemlisi olan bu temel ideolojik çatışmanın ne manaya geldiğini anlamam, ne doktora ne de akademik çalışmalar sayesinde oldu. Yaşıyorsa kulakları çınlasın, vefat ettiyse Rabbim rahmet eylesin Recep Amca’ya… Yıllar sonra hafızamda beliriveren eski bir muhabbet hatırası, aklıma takılan bu soruyu çözüvermişti: YEŞİL KOMÜNİSTLER!
Bugün Yeni TR’nin en temel siyasi/ekonomik problemlerinden biri, fakirleştirildikçe ve devlete muhtaç hale getirildikçe daha da pasifleşen, dini duyguların sömürülmesi sayesinde uyuşturulmuş muhafazakar kesimdir. Merkez sağın önemli bir kısmını teşkil eden bu muhafazakar sınıf, ülkenin her kesimden entellektüelini hayrete düşüren bir seviyede, kutsallarına saldırılması karşısında bile sessiz kalmaktadır. Soyulduğunu bile bile, pastadan önüne atılan kırıntılarla avunmaktadır. Çocuklarına tecavüz edilirken ve o tecavüzcüler bile kendi desteklediği iktidar tarafından korunurken, ölü sessizliği ile olayları seyretmekten de öte, canla-başla bunların sorumlularını savunmaktadır.
Hiç kolaycılığa kaçmayalım ve ekonomik gerçekle yüzleşelim. Kolaycılık: kanalizasyon havuzu medyası tarafından algı operasyonları ile kandırıldıkları, dini duygularını rüşvet olarak kullanan haramilere aldandıkları, sosyal yardım adı altında devlet eliyle (vatandaşın vergileriyle) yapılan yardımları devletten değil de iktidar partisinden bildikleri, daha önceki iktidarların yaptıkları korkunç hatalar/beceriksizlikler yüzünden ve mevcut muhalefet iyi birer alternatif olmadığı için kendilerini bu iktidara mahkum hissettikleri vs vs gibi argümanlara dayanmaktır. Bu kolaycılık ifadelerinin tamamı, muhafazakar kesimi olduğundan daha masum, çaresiz ve mağdur gibi gösteren saçma ve bir o kadar da temelsiz argümanlardır.
“Oğlan bizim kız bizim, neyi denetleyeceksin”, “Sayıştay raporları (dikkat kendi paranız!) meclise gelse duman oluruz”, “biraz da bizimkiler yesin”, “çalıyorlar ama çalışıyorlar”, “eskiden buralar hep tarlaydı, şimdi gelişti”, “dünyanın en büyük …..”, “dış güçler, hainler, kumpaslar…”, “bir kereden bir şey olmaz”, “Makara…(devamını yazmaya edebim müsaade etmiyor”, “milletin …… ….cağız” ve daha niceleri normal bir ülkede nasıl neticeler verirdi? Evrensel insani değerler, dini inançlar, yerli ve milli etik değerler, ve mevcut kanunlar açısından bunları nereye koyarsınız? Peki nasıl oluyor da, bu masum/mazlum/kandırılmış, ama bir o kadar da inançlı/samimi/dertli muhafazakar kesim böylesine sessiz kalabiliyor? Hatta, sessiz kalmaktan da öte, bu anlayışa ve kadroya destek verebiliyor?
Cevap çok basit, ve tamamen ekonomik… cevap Recep Amca ve diğer sendika muhabbetleri kahramanlarından: YEŞİL KOMÜNİSTLER!
Her ne iyilik, sadaka, hayır işi yapılacaksa kutsal devlet zaten yapar, yeşil komünistlerin parası da ceplerinde kalır. Tabii anlamazlar ki, devlet dediğin şey senin paranı harcıyor. Bedava aldığını sandığın her şeyi aslında hepiniz ödüyor ve kendi zenginlerini ihya eden bu iktidar tarafından topluca soyuluyorsunuz.
Daha onbeş yıl öncesine kadar “bu devlet kafir”, “Türkiye dar’ül harpdir”, “bu ülkede Cuma namazı kılınmaz”, “laik düzen tağuttur, tağutlara karşı savaşmak farzdır” vs vs diyen, ve öğrencilik yıllarımızda bizi kafir devletin işbirlikçisi zayıf Müslümanlar olamakla suçlayan, o günlerin siyasal İslamcıları ve bugünün takkeli hırsızları, işte bu temel ekonomik prensibi çok iyi anlamışlardır. Toplumun her kesimine çapına göre, malum haramilikten bir hisse ayırarak, muhafazakarları yeşil komünistler olarak yaşamaya alıştırmayı başarmışlardır. Fedakarlık, sadaka, hayır için kendinden bir şeyler verme hissi ölmüştür artık; komisyoncu hırsızlarca verilir ya zaten. Herkes alacaklarının peşindedir, ve bir şeyler de almaktadır; iktidara yakın durmak şartıyla tabii… Bu işin fetvasını verenlere ise değinmeyeceğim, şimdilik…
Takkeli hırsızlar hemen her konuda defalarca 180 derece dönseler bile, bu yeşil komünist kitle temel ekonomik çıkarları yüzünden her şeye olur vermeye hazır kapı kullarıdır…
Cuma namazından çıkarken, madeni para yerine kağıt para vererek cenneti satın aldığını sanan cemaat, Züğürt Ağa filminde şıh tarafından satılan cennet arsalarını alan marabalardan farklı mıdır? Bu insanlara sorsanız: genelev/içki/kumar/şans oyunları gibi, haram kabul ettiğiniz şeylerden vergi alan kutsal (?) devletin atadığı ve maaşını ödediği “imam kostümlü parti memurunun” arkasında namaz kılmak, nasıl bir huşuya sebep oldu kalbinizde? Öyle ya, daha da etkili “Makyavelist modelini” televizyonlarda her Ramazan ve kandilde izliyor, muhteşem vaaz ve sohbetlerle kutsal devletinizin dağıttığı ulufelere şükürler ediyorsunuz… Geçin efendim, geçin! Bu akıl ve ruh tutulması, ekonomik olarak sürdürülebilir bir model değildir!
İngiltere eski başbakanı “demir lady” Margaret Thatcher’in, kızıl komünistlere yüklenirken söylediği meşhur sözle bitirelim: “Sosyalizmin en büyük problemi şudur: sağa-sola dağıttığınız ve başkalarına ait olan para bir gün kesinlikle bitecektir!”
Kızıl komünist sana söylüyorum, yeşil komünist sen anla!
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment