Mazeretim var, Ortadoğu’yum ben
Perşembe günü Başkan Obama’nın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a telefon açtığını öğrendiğimde Mazhar Fuat Özkan’ın istemeye istemeye yaptığımız şeyleri anlatan o güzel şarkısı dilimden dökülüverdi:
Mecburen, mecburen, mecburiyetten… Ankara uzun zamandır dış politikada ‘Ele güne karşı yapayalnız, böyle de olmaz ki’ nakaratını söylerken, eminim Obama’nın telefonu ilaç gibi gelmiştir. En son altı ay önce konuştuklarından, belki Erdoğan hafif sitemle ‘Arayıp sormasan da, unuttum seni sanma sakın’ bile demiştir. Ya ABD karşıtı lafları masaya konmuşsa? O zaman da Erdoğan ‘Dünya bir yana, sen bir yana’ diyerek Obama’nın gönlünü almaya çalışmış olabilir. Ardından gelsin ‘Mazeretim var, asabiyim ben’ şarkısı…
Bir ABD başkanı Türkiye’deki muhatabını aramayı neden pek istemez? Dış ya da iç politikasını veya ikisini birden beğenmiyordur. Arzu ettiği ittifak çizgisine çekemiyordur. Anti-demokratik uygulamalarından rahatsızdır. Bunların hepsi Erdoğan ve AKP hükümeti için geçerli. Peki istemeye istemeye neden arar? Stratejik mecburiyetten. Ya da isterseniz siz ona Washington’daki yaygın tabiriyle Türkiye’nin jeostratejik ‘arsa değeri’ de diyebilirsiniz. Sonuçta Güney Avrupa, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun tam göbeğindeki bir kupon araziden bahsediyoruz…
Ortadoğu’da yine herkesin eli birbirinin gırtlağında. MFÖ’nün şarkısında olduğu gibi, ‘Nedir bu böyle, aynı hikâye, suç kimde, neden böyle?’ dedirtecek cinsten olaylar yaşanıyor. Suudi Arabistan, İran’ın yayılmacı politikaları karşısında ‘mazeretim var’ deyip Yemen’e askerî operasyon başlattı. Hem de çok sayıda Arap ülkesini de arkasına alarak. Tahran’a uzun zamandır sesini çıkartmayan Ankara bile sesini yükseltti. Erdoğan, daha dün ‘ikinci evim’ deyip yere göğe sığdıramadığı İran’ı bu kez yerden yere vurdu. Başta Suriye, Irak ve Yemen, bölgedeki bazı faaliyetlerinden rahatsız olduğunu en yüksek perdeden bildirdi. Şii hilaline karşı Sünni kuşağında yerini aldı.
OBAMA’NIN İŞİ ZOR
Bölgede önü alınamayacak büyük çaplı mezhepsel çatışmayı ulusal çıkarlarına aykırı bulan Washington açısından durum oldukça müşkül. Zira işler tam da o istikamette gelişiyor. ABD bir tarafta Şii İran’la tarihî bir nükleer silahsızlanma anlaşmasının ve yakınlaşmanın eşiğinde. Irak’ın Tıkrit şehrini IŞİD’den kurtarmak için resmiyette terör sponsoru devletler listesinden hâlâ çıkarmadığı İran’ın milis güçleriyle işbirliği bile yapıyor. Diğer yanda Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden ve petrol kaynaklarından Suudi Arabistan, İran’dan rahatsız olan Sünniler kulübünde başı çekiyor. Obama yönetimini İran konusunda naif ve pasif buluyor. Daha da ilginci, İran konusuna İsrail’in yaklaşımı ABD’den ziyade Sünni Arap koalisyonunun çizgisinde.
Şu durumda adını tarihe bir barış dönemine liderlik eden başarılı arabulucu olarak yazdırmak isteyen Obama’nın yerinde siz olsaydınız ne yapardınız? Kamuoyuna açık şekilde Sünni müttefiklerinizin Yemen operasyonunu destekler, istihbarat desteği verirdiniz. Ama bu işin çok fazla alevlenip büyük bir bölgesel savaşa dönüşmemesi için de el altından tansiyonu düşürmeye çalışırdınız. Obama’nın Erdoğan’ı aramasında bu kaygıların muayyen bir rol oynadığı kanaatindeyim. İstişarelerin merkezinde ise Suriye’de bir türlü rayına tam oturtulamayan işbirliğinin sağlanması konusu var. Amerika’daki yaygın lakabıyla, ‘istihbarat çarı’ James Clapper’in Kongre’de ifade verirken söylediği gibi, ABD ile Türkiye, Irak ve Suriye’de ‘aynı amaçlar’a sahip olmakla birlikte, Ankara’nın ‘farklı yaklaşım’lar getirmesi ‘ikili ilişkilerde gerilimi artırıyor’.
Obama ile Erdoğan görüşmesine ilişkin Beyaz Saray ve Ak Saray’dan yapılan açıklamalar tıpatıp aynıydı. Belli ki basına nasıl yansıtılacağı konusunda mutabık kalınmıştı. İstişare başlıkları arasında IŞİD, Suriye, Irak, İran, Yemen ve Ukrayna zikredilmişti. Demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi konuların konuşulup konuşulmadığından ise bahsedilmiyordu. ABD Kongresi’nden 88 milletvekili ve 74 senatör ortak mektuplarla Dışişleri Bakanı John Kerry’nin şahsında yönetime insan hakları ve basın özgürlüğü konularını gündeme getirmeleri çağrısında bulunmuşken, Beyaz Saray’ın bu suskunluğu ne anlama geliyor? Ankara’yla ‘Vak the Rock’ dansı mı yapmaya başladılar? Bence hayır. Obama, realist ve pragmatik dış politikasında demokrasi teşvikinin birinci dereceden rol oynamadığını bir kez daha ispatladı, o kadar.
ÇİÇEK KAÇAK GÜREŞTİ
Bu arada Washington’da resmî muhataplarıyla görüşmeye gelen TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in ziyareti, beş ABD’li milletvekilinin daha Kerry’e ortak mektup yazarak Türkiye’yle demokrasi konusunda resmî bir diyalog mekanizması kurma çağrısı yaptığı haftaya denk geldi. ABD Kongresi’ni yumuşatmayı hedefleyen heyette Türkiye-ABD Dostluk Grubu Başkanı AKP’li Şaban Dişli de vardı. Oysa Dişli ABD Senatosu’nun yüzde 74’ünü Hizmet hareketi, Ermeni ve Yahudi lobileri tarafından koordine edilen bir karalama kampanyasının parçası olmakla itham etmişti. Düşünce kuruluşu CSIS’te konuşan Çiçek’e senatörlerin mektubunu ve Dişli’nin komplocu yorumlarını sordum. Muğlak bir cevap veren Çiçek, basın kelimesini ağzına bile al(a)madı. Avrupa’dan ziyade bir Ortadoğu ülkesinin temsilcisi imajını verdi.
Ortadoğu coğrafyası bir mazeret ve maraza cenneti. Erdoğan’ın Türkiye’de artan haksızlık, hukuksuzluk ve saçmalıklara temel mazereti, sözde darbe tehdidi. Suudların mazereti, İran. İran’ın mazereti, İsrail. İsrail’in mazereti, terörizm. Teröristlerin mazereti, Batı’nın adaletsizlikleri. ABD’nin mazereti, bölgenin aşırı mazeret üreterek barış ve özgürlük çemberine girmemesi. Marazalar mazeretleri, mazeretler yeni marazaları doğuruyor. Ortadoğu’da Türkiye’nin de kendini kaptırdığı kısır döngünün özü bu.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment