ABD hükümeti, kepenk indirmek üzere
Birleşmiş Milletler 68. genel kurul açılışı vesilesiyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahil dünya liderlerinin bir araya geldiği New York’ta başdöndürücü bir diplomasi trafiği vardı.
Manhattan’ın dev gökdelenleri arasındaki yollar sık sık tıkanıyordu, ama diplomasi kanalları çok akıcıydı. Bir haftaya nice tarihi gelişme sığdırıldı. BM Güvenlik Konseyi’nden ilk kez bir Suriye kararı çıktı. 1979’daki teokratik devrimden sonra bir İran cumhurbaşkanı ile bir ABD başkanı ilk kez telefonla görüştü. Tahran yönetimi, Dışişleri Bakanı düzeyinde ABD ile aynı masada oturarak nükleer programına ilişkin müzakerelerde yapıcı sinyaller verdi.
Bölgemizde savaş yerine diplomasi çarklarının işlemesi tabii ki güzel. Ama cevaba muhtaç birçok soru var: Başkan Obama, Suriye ve İran’la gerginliği düşürme yolunu neden seçti? İran ile ABD yönetimleri arasında başlayan angajman sürdürülebilir mi? İran, nükleer programında taviz karşılığında başta Suriye ve Irak bölgede nüfuzunu artırmayı talep eder mi? ABD ve Batı’nın İran’la yakınlaşması Türkiye’nin stratejik çıkarlarını nasıl etkiler?
Haşin bir siyasi muhalefete maruz kalan Obama, derin iç sorunlar ve dış politika sınamaları karşısında sürdürülebilir politikalar geliştirmekte oldukça zorlanıyor. Kongre’den ödenek bile çıkartamıyor. Ortadoğu politikasında ise ne Cumhuriyetçileri ne de Demokratları tam manasıyla memnun edebilmiş değil. Değerleri geri plana iten aşırı realist, pragmatik ve günübirlik dış siyasetine iki cenahtan da eleştiriler yağıyor. Hafta içindeki gelişmeleri diplomatik zafer olarak sunan Beyaz Saray’ın dış politika elitince ayakta alkışlandığı söylenemez. Sağcılar Obama’yı Rusya, İran ve Suriye rejimlerinin dümen suyuna girmekle suçlarken, idealist liberaller ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ zihniyetini eleştiriyor. Obama’nın dış politikasına belki en az itiraz, ABD’nin ekonomik sorunlarını çözememişken enerjisini başka yerlerde harcamasını istemeyen geniş halk kesimlerinden geliyor.
Obama’nın BM konuşması bir reelpolitik ve pragmatizm manifestosuydu. ABD Başkanı, Ortadoğu’da askeri güç kullanma dahil alet çantasını ‘ana çıkarlar’ (core interests) olmadığı sürece açmayacağı mesajını verdi. Ana çıkarlarını, müttefik ve ortaklarına dıştan gelen saldırıları önlemek, bölgeden dünyaya enerji akışını kesintiye uğratmamak, terörist şebekelerle ve kitle imha silahlarının yaygınlaşmasıyla mücadele olarak tanımladı. Demokrasi, insan hakları ve açık pazar teşvikini ise ikinci dereceden önemli çıkar listesine koydu. Mısır bağlamında söylediği şu sözler, pragmatiklik derecesini ortaya koyuyordu: ‘ABD, en azından bizim açımızdan en yüksek uluslararası beklentileri karşılamayan, fakat kilit çıkarlarımızda bizimle çalışan hükümetlerle zaman zaman birlikte çalışacaktır.
Obama yönetiminin dış politika parametreleri, İran, Suriye ve Mısır gibi baskıcı rejimleri rahatlatıcı nitelikte. ABD, Suriye’de kozmetik bir mualece yapıyor. Halbuki Ankara’nın da vurguladığı gibi kimyasal silahların imhası, nihai barış hedefine ulaşmak için yeterli değil. Washington, Suriye’de Esed’in bedeni olmasa da ruhunun dolaştığı bir rejimle barışık olabileceği sinyallerini veriyor. Tahran’da da rejim değişikliği hedefi gütmediğini söyleyen Obama, İsrail’i dahi üzme pahasına, ‘nükleer programına çeki düzen verirsen, kilit çıkarlarıma takoz koymazsan, seninle yaşayabilirim’ çizgisinde. Mısır’da yeniden zuhur eden Mübarek tipi rejimi çoktan bağrına basmış durumda.
Obama angajman doktrini çerçevesinde New York’ta İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yle el sıkışmaya daha istekli taraf olduğunu gizlemedi. İç siyasi tepkilerden çekinen Ruhani ise, telefonla konuşmayı tercih etti. Beyaz Saray bunu anlayışla karşıladı. İran nükleer inadından vazgeçebilirse, uluslararası meşruiyetini artırarak Rusya’nın yardımı ve ABD’nin rızası ile bölgede stratejik alanını koruyabilir, hatta genişletebilir. Hem Obama hem Ruhani çabuk hareket gerektiğinin farkında. Zira statükocuların hedefindeki pragmatik İran Cumhurbaşkanı’nın seçimle aldığı rüzgar zamanla etkisini kaybedebilir. Obama ise gelecek seneden itibaren topal ördek konumuna düşüyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, başta BM kürsüsü olmak üzere New York’ta Ortadoğu’da yüz yıllık statükonun sonunun geldiği, değişime tepki dalgalarına rağmen Tunus, Libya ve Mısır dahil bölgedeki gelişmelerin ‘geri döndürülemez’ olduğu tezini sıkça işledi. ‘Bu yeni siyasi sistemlerin bir gecede olgun demokrasilere dönüşmesini beklememeliyiz’ diyen Gül, uluslararası camiaya değişimden çekinmemelerini telkin etti. Ancak özellikle ABD ve Rusya, bölgedeki değişimin Sünni ve dini karakteri baskın rejimler doğurmasından korkuyor. Sünni kaynaklı radikalizmi, Şii ihtiraslarından daha büyük tehdit olarak görüyorlar. İran kartıyla bunu dengelemeye çalışıyorlar. Ve daha kolay yönetilebilir buldukları eski Ortadoğu’ya bir nevi özlem duyuyorlar.
Görülen o ki Ankara’nın değişim siyaseti konusunda biraz daha realist sınırlara çekilmesi gerekiyor. Cumhurbaşkanı Gül bu çizgiye hükümetten daha yakın. ABD, Batı ve Rusya’da ayyuka çıkan Sünni İslamı fobisini pekiştirebilecek politikalardan hassaten uzak durulmalı. Suriye’deki radikal veya terörist direnişçilerin şiddet faturasını Türkiye’nin üzerine yıkma gayretlerine malzeme verilmemeli. Aksi halde Türkiye oyundan iyice dışlanabilir. Bu bağlamda küresel çapta radikalizmle mücadele için Türkiye’nin ABD ile ortaklaşa 200 milyon dolarlık fon ayırması olumlu bir adım. İran’ın ise sürekli Türkiye’nin altından halıyı çekmeye çalışmaktansa masada birlikte oturması daha iyidir.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment