Polen alerjisi ve celadet
Bir arkadaşın polene alerjisi var. Bahar alerjisi de denilen bu hastalık ilkbaharda ağaçların çiçek açma mevsiminde yoğun olarak yaşanıyor. Gözler çok tatlı bir şekilde kaşınıyor. Burun sanki bir çeşme gibi bazen damla damla bazen de bir nehir gibi akıyor. Daha doğrusu öyle hissediyorsunuz kendinizi. Ses nezle geçirmiş nekahet dönemindeki hastanın sesine benziyor.
Hocaefendi’nin yanına girdi o arkadaş. İhtimal bulaşıcı bir hastalık olmadığını ifade için olsa gerek Hocaefendi sormadan kendisi söyledi: “Polen alerjisi Hocam! Bulaşıcı değil!” Gamgîn insan. Şöyle bir baktı o arkadaşın yüzüne. Acı-tatlı bir bakış derler ya halk arasında; işte aynen onun gibi. Şefkat, merhamet ile hüzün ve keder iç içe, yan yana, sarmaş dolaş olmuşlardı bakışlarında. Şefkat ve merhamet arkadaş, keder ve hüzün kendisi için. Nereden çıkartıyorum bu sonucu? Dediğim gibi hem bakışlarından hem de şu sözünden: “Bende de oluyordu bahar alerjisi. Ama ben yıllardır dışarı çıkmıyorum.” Otur ve ağla! Ben o ortamda ağlamadım, ağlayamadım ama içim burkuldu. Sıcak demiri soğuk suyun içine soktuğunuzda çıkartan ses gibi kalbim cız etti. 2000 yılı Nisan ayından bugüne ABD’deki hayatına yakından şahit olduğum Hocaefendi’nin hakikati bütün çıplaklığı ile ifade eden bu sözleri, böylesi bir kısıtlamaya düçar olmayan herkesin gönlünü delik-deşik etmesi gereken ibretlik bir beyan.
‘Istırapsızlık bir millet için en büyük felakettir’
İki gün sonra da benzer bir cümlesini kendi kulaklarımla duydum Hocaefendi’den. İnsanı kendine davet eden o güzelim ilkbahar mevsiminin en canlı bir şekilde yaşandığı mekânda Hocaefendi’yi tanımayan sıradan insanların “yaşama zevkini kaybetmiş” diye değerlendirebileceği bir söz: “Hiç canım dışarı çıkmak istemiyor.” Neden? Stres mi? Elbette hayır. Allah’a, ahirete ve kadere inanan Hocaefendi gibi birisinin semtine uzaktan-yakından uğramayacak stres değil; aksine genelde insanlığın, daha dar dairede âlem-i İslam’ın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu durum. İçinde bulunduğu yerine sürüklendiği demek herhalde daha doğru bir tavsif olur.
“Canım hiç dışarı çıkmak istemiyor.” sözlerinin ardından şöyle diyordu: “Istırapla kanatlanan dua, külliyet kesb eden duanın çok önündedir. Yitirilen birçok değerin yanında bir de bunu yaşıyoruz; ıstırap yoksunluğu, ıstırap yetimliği. Hâlbuki ıstırap yüklü gözyaşları ile yapılan dualar İlahi inayete davetiyedir.” İnsanın içine bir ok gibi saplanan bu cümleler burada bitmedi; devam etti. “Çehrelerde yalan, simalarda samimiyetsizlik, sinelerde ıstırapsızlık bir millet için en büyük felakettir. İnsana bu kadar belalar karşısında ‘Ben neden ölmedim!’ dedirtecek ıstıraba ihtiyaç var.”
Tahmin edeceğiniz gibi bu sözleri huzurda işiten insanların başları yerde, gönülleri mahzun, kalpleri tir tir titriyor ama Hocaefendi devam ediyor: “Bu kadar taarruz ve bu türlü bir tenkil düşüncesi karşısında duyarsızlık varsa, yapılacak bir şey yok.” Kalkmadan önceki son sözleri şuydu: Bu gece ıstırap-ı umumi ile gece yarısı başını secdeye koyup yarım saat gözyaşı döken kaç insan var aramızda?”
İtiraf edeyim, ben böyle birisi değilim. Ama müsaadenizle arzumu da izhar edeyim, böyle birisi olmayı ne kadar isterdim. İsterdin de olmak için ne yapıyorsun diyebilirsiniz. O benimle Allah arasında. Fakat şu kadarını söyleyeyim; böyle birisi olmamakla beraber bu sözleri bu platformdan aktarmamın sebebi “rubbe mübellağin ev’a min samiin” sırrında saklı. Manası: “Bilginin kendisine ulaştırıldığı nice kimseler vardır ki, o bilgiyi bizzat işitenden daha iyi anlar ve tatbik eder.”
Buraya kadar nakle çalıştığım şey manzaranın bir karesi. Bunu görüp diğer kareleri görmezseniz hem Hocaefendi’ye haksızlık etmiş hem de mevcudu yanlış değerlendirmiş olursunuz. Ne var o diğer karede? Şu var; Seyit Erkal, Bediüzzaman’ı anlatırken bir yerde der ki: “İdamla yargılanırken talebelerine karşı sineklerin hukukunu savunan adam.” Ne anlıyoruz bu sözden. Onca zulüm, onca işkenceye rağmen dimdik ayakta; ümidini hiçbir zaman kaybetmemiş, Allah’tan gayri hiç kimseye kıyam durmamış, rükûya gitmemiş, secde etmemiş bir kamet. Doğru değil mi? Düşmanların dahi tasdik ettiği bir gerçek bu. Hocaefendi’de de aynı. Kırmızı bültenle arama teşebbüsleri karşısında ne dediğini dünya kamuoyu kendi ifadelerinden dinledi. Bugün olmazsa yarın dünya hukuk tarihinin en garip davası olarak kabul edilecek, hukuk fakültelerinde “case study” şeklinde ders olarak okutulacak, onlarca-yüzlerce master, doktora tezlerine konu olacak “terör örgütü lideri” suçlamaları karşısında ne dediği nasıl bir duruş sergilediği de meydanda.
Kaldı ki hiçbir şey demese bile; zulme meşruiyet kazandırmayan, dinin istismarına kapıları bütünüyle kapatan o dimdik duruşu yeter de artar bile. Hatta daha ötesi kendisine bu asılsız suçlamaları yapanların hidayetine dua etmesi, başlı başına bir efsane. İnanmayan veya inanamayanlara hatırlatalım; ifadeleri aynen şöyle: “Evet, dünya dar-ı imtihan ve hizmettir, dar-ı ücret ve mükâfat değildir. Şayet, duygunuz, düşünceniz, mefkûreniz, gaye-i hayaliniz ve kendinizi bağladığınız idealiniz itibarıyla bazılarınız dedikodu sıkıntısına maruz kalıyorsanız, bazılarınızın adı bazı şeylere karışıyorsa, bazılarınızın haklarında kırmızı bülten çıkarılıyorsa, gönül koymamanız ve darılmamanız lazım. Bu türlü şeylere maruz kalınca, her defasında “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, Resûl olarak da Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk.” sözüyle içimize şöyle böyle gölgesi düşmüş rızasızlık hissinin başına bir balyoz indirmeli, kendi sesimizi kesmeli, iç dürtüleri bununla susturmalı ve iç konuşmaların ağzına fermuar vurmalıyız.”
Celadet, zulümler karşısında dik duruştur
Celadet diyorum ben buna. Kabadayılık demek değildir celadet. Donkişot gibi yel değirmenlerine savaş açmak veya halk tabiriyle kurusıkı atmak demek de değildir. Cesaretin mücessem hale gelmesi demektir. Akıl mantık his kalp ve vicdan bütünlüğü içinde tavır alış demektir. Medeni cesaret demektir bu bağlamda. Salabet ve metanet demektir aynı zamanda celadet. Diklenmeden dik duruş demektir. Tehditler, baskılar, zulümler karşısından korkup, korkuya yenilip bir kenara sinmeme demektir. Böyle olunca şahsiyetin bir parçasıdır celadet. Bir vasıftır, sıfattır. Ama başlangıçta. Eğer ilgili kişi ömrü boyunca benzeri hadiseler karşısında hep aynı tavrı takınmışsa vasıf olmaktan çıkar isim olur ona celadet. Şahsiyetin ve kimliğinin bir parçası olur. Hatta bizatihi kimlik olur. Zaman zaman isminin bile önüne geçer.
Tarihe bakın, tarih beni doğrulayacaktır; sağdan veya soldan, inançlı veya inançsız, Müslüman veya gayri müslim hakiki dava adamları hep böyle bir tavır takınmıştır hayatları boyunca. Bu celadetlerini kaybettikleri gün de kaybetmişlerdir.
Sohbeti anlatmaya daha başlamadım bile fakat sütunların darlığı beni içine hapsediyor ve yeter diyor şimdilik… Devamını yazacağım inşallah.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment