Müslümanlık kimin umurunda!
Öncesini detayları ile bilmiyorum ama 2011 yılı ve özellikle 17 Aralık 2013 sonrası açığa ve ayyuka çıkan hadiselerden en çok etkilenen hiç şüphesiz İslâm ve Müslümanlığımız oldu.
Avrupa’da “Müslümanların olduğu idarede yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet, hakka tecavüz olmaz, demek ki oluyormuş. Şu an hayal kırıklığı içindeyiz” şeklindeki yorumların yüksek sesle seslendirildiği tarih Aralık 2013 ortaları.
Paris’ten birisinin sorusunu hatırlıyorum: “Eskiden hakiki Müslüman terörist değildir ve olamaz diyorduk; şimdi buna bir de ‘hırsızlık yapmaz’ı ilave etmek zorundayız. Nasıl anlatacağız?” demişti bana bir konferans sonrasında. Neden diye sormuştum soru sahibine. “Çevremdeki bütün Fransızlar bana; ‘İslâm ve hırsızlık. Dininizde hırsızlığın, yolsuzluğun, kamu malını zimmetine geçirmenin hükmü ne?’ diye soruyorlar çünkü.” demişti cevaben.
Bir başkasını hatırlıyorum. “Bir dükkâna girmiş, kasada bulunan veya bankaya girmiş milyonlarca, milyarlarca parayı çalmış. Bu adi hırsızlık vakası. Bir de ekonomi ve hukuk bilgisi gerektiren, tecrübe ve kurnaz bir zekaya ihtiyaç duyan hırsızlık var. Binler, milyonlar, milyarlar hem de düzenli ve sistemli olarak çalınıyor. Komplike ve zor bir iş. Sorum şu; ikisi aynı mıdır?” Şaşırıp kaldım; çünkü hiç bu gözle olaya bakmamıştım.
Sorular devam ediyor; bu defa başka bir alanda; yalan. 77 milyonun, 1,5 milyarlık İslâm âleminin, 7 milyarlık dünyanın, hepsinden öte tarihin, bir şey daha ilave edeyim Allah’ın huzurunda bile bile yalan söyleniyor. Hukuk önünde hesap vermeme, dünyevî istikballerini koruma, itibarlarını muhafaza etme adına söylenen yalanlar bunlar. Yandaş medya organları da dur durak bilmeden bu yalanları her gün servis ediyor. Ve soruyor bana birisi: “Hocam! Dinimizde yalanın hükmü nedir?” Cevap veriyorsunuz; “İman ve yalan bir araya gelmez. Kâfir sıfatıdır yalan. ‘Hilâf-ı hakikat’ yalan değildir fetvaları ile yalana ne cevaz verilebilir ne de üstü kapatılabilir?” Cevabı dikkatle dinleyen muhatap dayanamıyor ve “O zaman bu nasıl Müslümanlık?” diyor. Haklı, ben de aynı şeyi söylüyor ve soruyorum: “Bu nasıl Müslümanlık?”
Kalbe mızrak saplayan yalanlar…
Spesifik örnekler vermek istemiyorum. Can yakıyor, vicdanımı yaralıyor, her hatırlayışımda her okuyuşumda kalbime bir kez daha mızraklar saplanıyor. Ama illa misal diyorsanız; Soma’yı hatırlayın. Muhalefet partisinin verdiği soru önergesinin sadece başında Soma lafzı geçiyor yalanını. Baştan sona Soma diyor önerge sahibi yaptığı konuşmada da, verdiği önergede de.
İftira hakkında da aynı türden sorular; İslâm ve iftira. Masumiyet karinesini sadece kendileri için çalıştıran ama iftirayı Müslüman, gayri müslim ayırt etmeksizin kendisi gibi düşünmeyen, yanlış dahi olsa yanlışlarını desteklemeyen herkese boca eden akıl, zihniyet ve mantığı soruyor. Bu sorunun cevabı çok basit; ahireti hiç hesaba katmayan bir akıl, zihniyet ve mantık bunu peynir-ekmek yeme kolaylığı içinde yapar. Nokta. Daha öte bir söz söylemeye hacet yok. Ama devreye hakiki imanı, ahireti, hesabı, mizanı, cenneti, cehennemi, kul hakkını, kalbi, vicdani koyar ve bütün bunlarla iftira nasıl yan yana gelir diye sorarsanız; işte bunun cevabı zor değil tek kelime ile imkânsız. Akıl durur o noktada. Mantık işlemez hale gelir. Zihniyet iflas eder, kaçacak yer arar ve cevap adına sadece kocaman bir sükût.
Hakaret; Türk siyaset tarihinin hiçbir döneminde görülmediği ölçüde öne çıkan bir başka özellik ve ne yazık ki bunu temsil eden insanlar yine aynı. İnsan şerefiymiş, onuruymuş, haysiyetiymiş hiç kaale almadan söylenen sözler. Seçim meydanlarında kendi saflarını sıklaştırmak için Hak rızasından başka emeli olmayan masum insanlara, yavrusunu kaybetmiş anne-babalara yapılan hakaretler aklıma geliyor. Dinleyici kitlesinin alkış sahneleri zihnime üşüşüyor ve hakim olamıyorum tir tir titreyen vücuduma. Nerede kuşu ölen çocuğa taziyeye giden Hz. Peygamber (sas) örneği, nerede bu diyor ve gözyaşlarımı akıtıyorum içime. Soru sahibi “Hakaret, demiştim?..” diye uyarıyor beni daldığım âlemden. Ne diyeyim ki? Nasıl olsa ahiret var. Yarın ahirette Allah huzurunda hesaplaşırlar. Hakaretlerin muhatabı sizseniz, siz de girersiniz sıraya diyorum.
Size bir rakam vereyim; 17 Aralık 2013-29 Mart 2014 arası seçim meydanlarında söylenen ve yazılı medyada yazılan hakaret ve iftira kelimelerini, kavramlarını alt alta getirmiş ve numaralandırmış medya takip. Kaç biliyor musunuz; 307. Ve bu sadece Hocaefendi ve hizmete yönelik hakaretler. Bunun içine bir de muhalefet partileri başta olmak üzere toplumun sair kesimlerine söylenenleri ilave ederseniz; Türk siyaset tarihi değil, dünya siyaset tarihinde gösteremezsiniz böyle bir dönem.
Şimdi bunlara bir de kumpaslar ilave edilmiş durumda. ‘Suçlu göstermek için suç işlemek’ diye isabetle belirtti Bugün’den Erhan Başyurt. Şimdiye kadar yüksek sesle ilan edilen suçlular için bir suç bulunamayınca; suç icat etme bunun adı. Suçu kapatmak için işlenen suçlar suçu geçmiş durumda. Tuzak, kumpas, hile, aldatma ne derseniz deyin ama sonuna mutlaka İslâm ve Müslümanlığı getirin; ardından sorun: Bu nasıl Müslümanlık?
Hocaefendi yıllar önce “Sahabe dindir.” demişti. Şimdi daha iyi anlıyorum bu sözün manasını. Normalde sahabe din değildir. Din Kur’an’dır, sünnettir. Hocaefendi bilmiyor mu bunu? Elbette biliyor ve herkesten daha iyi biliyor; ama buna rağmen diyor. Çünkü Kur’an’ın hayata yansımış şekli sünnette; sünnetin nasıl anlaşılacağı ve nasıl yaşanacağı ise sahabede. Bu zaviyeden bakınca din demek Kur’an, sünnet ve sahabe demektir.
Hakiki Müslümanlık nerede?
O zaman bu gözle sahabeye bakalım ve Gökhan Bacık’ın isabetle tespit edip sorduğu soruyu biz de soralım: Ali’siz Alevilik olmaz diyorsunuz, pekala Ömer’siz Sünnîlik olur mu? Türkiye’den defalarca büyük kara parçasına, binlerce kat fazla bütçeye hükmeden o devasa şahsın mütevazı hayatına bakın ve ardından sorun bakalım, hakiki Müslümanlık nerede? Ne güzel der Akif:
“Müslümanlık nerede bizden geçmiş insanlık bile,
Alem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile
Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir,
Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir.”
Bitireyim; geçenlerde Hocaefendi ile birlikteydik. Yaptığı ticarî iş itibarıyla sürekli Amerikalılarla muhatap olan birisine sordu; “Nasıl görüyorlar Türkiye’yi?” diye. O da anlattı ekonomik çevrelerin bakışını. Ve bir şey ilave etti: “En çok Müslümanlığın aldığı yaraya üzülüyoruz Hocam.” “Çünkü demokratik teamüllere ve hukuki prensiplere aykırı yapılan her şeyi, iktidar partisinin dindar kimliği ve dinî söylemi nedeniyle İslâm ile özdeşleştirmelerine sebep oluyor ve bunu açıkça dillendiriyorlar.”
Bir kez daha yıkıldı Hocaefendi duyduğu bu sözler karşısında. Üzgündü, yorgundu, bitkindi; bu sözler katladı üzgünlüğünü, yorgunluğunu ve bitkinliğini. Sadece şunu söyledi: “Müslümanlık kimin umurunda!”
Soru değil, vakıanın tespiti. İsterseniz siz de bir bakın olanlar ile olması gerekenler arasındaki uçuruma, aynı tespiti yapacaksınız: “Müslümanlık kimin umurunda!”
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment