Musibetler karşısında yılgınlık göstermeyin
“Çeşm-i ibretle nazar kıl dünya bir misafirhanedir,
Bir mukim âdem bulunmaz ne acib kâşanedir,
Bir kefendir âkıbet sermayesi şâh u geda,
Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?”
Son tahlilde kendisini medh u sena kokan bir cümleye mukabil söyledi Hocaefendi bunu. Kime ait olduğunu bilmiyorum. Yaptığım kısa bir araştırma “anonim” diyor. Şairi bilinmeyen beyanlar için kullanılan bir kavram. “Arkadaşların gayreti” dedi ardından. “Alet işler el övünür” derler Anadolu’da ama aletin de, keserin de, baltanın da hakkını vermek lazım. İşi yapan el olsa da, alet olmasa nasıl yapacaksınız ki?
Zannederim Hocaefendi’yi yakından tanıyan hiç kimse şaşırmamıştır bu çıkışa. Ferdi enaniyeti “nahnü” havuzunda, “nahnü” havuzunda biriken enaniyetler toplamını da “hüve” hakikatinde eritmeyi salıklayan bir zihniyetin esiri ve zebunu olmuş birisinden başka bir türlü bir cevap bekleyemezdiniz zaten. Hatta şunu diyebilirim, az bile dedi. Çok daha sert çıkışlarını hatırlarım Hocaefendi’nin buna benzer atmosferlerde.
Bu satırları kaleme alırken iki gün önce Efendimiz’e (sas) methiyeler yazan, salat u selamlarla, na’tlarla, kasidelerle, gazellerle, kısacası nazım veya nesir olarak yazının her formatıyla bunu dile getirenlerin mübalağa yapıp yapmadığı ile alakalı bir soru sorulmuştu kendisine. Soru biter bitmez hiç ama hiç düşünmeden “Hayır” dedi önce ve devam etti: “İhtimal vermiyorum. El-hak Efendimiz (sas) o evsafa haizdir.”
Sonra detaya indi. İlk vurguladığı husus, sizin de tahmin edeceğiniz gibi Efendimiz’in (sas) beşer özelliği. Onu ilah makamına çıkartacak her türlü beyanın yanlışlığı. Moda tabirle kırmızı çizgi. Bu kırmızı çizgiyi aşmaya kati surette yol yok. Herkesin malumu kendi tembihatları da var Allah Resulü’nün (sas) ümmetine.
GERÇEK DERİNLİK…
İkinci vurguladığı husus; ülfet ve ünsiyet oldu. “Oralarda dile getirilen evsafı her zaman duyamayabiliriz.” Neden? Cevabı basit Hocaefendi’nin: “Ülfet ve ünsiyet.” Fakat bu basit cevabın altında yatan gerekçeler üzücü. Ülfet ve ünsiyet insan olmanın tabii sonucudur. Zaten nisyan ve insan aynı kökten gelmiştir vs.. gibi beylik gerekçeler değil bahsini ettiğim. “Bedii zevk, dil zevki ve derin gönül insanı.” Evet bu üçünü söyledi. Birbirini destekleyen üç vasıf. Bunlar olmayınca demek ki Efendimiz (sas) hakkında söylenen ve gönülleri cûş u hurûşa getiren edebi metinler ülfet ve ünsiyetin karanlık dehlizlerine giriyor, kayboluyor. Kalpleri ihtizaza getiren, gözlerin yaş pınarlarını coşturan o nağmeler fonksiyonunu gösteremiyor. Sözün özü, cevher-fürüşân olmayanlar cevher kadrini bilmiyor. Demirciler çarşısında satılan altına dönüyor o beyanlar. Altın yine altın ama demirciler o altını demir bahasına satın alıyor.
Hocaefendi’yi bilenler bilir; peygamber âşığı bir insan. Dolayısıyla söz şöyle ya da böyle Efendimiz’e (sas) gelir de Hocaefendi durur mı? Üç-beş cümle ile geçiştirir mi? Hayır, durmaz ve geçiştirmez. Aksine onu fırsat bilir ve gönlünün ilhamlarını muhataplarının gönül bahçesine boşaltmaya başlar. “Nazar, amel, marifet, muhabbet, aşk u iştiyak. Gerçek derinlik bunlarla oluşur.” Bu 5 unsuru sayarken bir sıralama gözetip gözetmediğini bilmiyorum. Biri diğerinden önce, beriki diğerinin sebebi veya sonucu mu, inanın bilmiyorum. Olabilir de olmayabilir de. Çok önemli olduğunu düşündüğüm bu konu bir tarafa, biz devam edelim sohbeti aktarmaya. “İhsan şuuru nazarla başlar, amel-i akılla devam eder, sonra marifete inkılap eder, muhabbete dönüşür ve aşk u iştiyak kertesine ulaşır. Ama bıkmadan, usanmadan Allah’tan ısrarla istemeli bunu. Bazıları 60 yıl diyor. Evet, tam 60 yıl istedim Allah’tan, ondan sonra nasip etti bana. Belki ara-sıra gel-git’ler olabilir. Ama ısrarla istemek lazım.”
İhsan’dan girdi buraya. Klasik tarif içinde -ki bu tarif bir hadis-i şerife dayanır- Allah’ı görüyor gibi ibadet yapmak veya Allah tarafından görülüyor olma mülahazasıyla dolup-taşmak demektir.” Yusuf Sûresi’nde kaç defa “muhsinin” lafzı geçer. Bunların hepsinin siyak-sibak münasebeti içinde farklı zaviyelerden ele alınması lazım. Mesela hapiste iken Hz. Yusuf’a: “Seni Muhsinlerden görüyoruz.” Demek ki tavırlardan taşan bir mana var ve o mana hapistekiler tarafından görülüyor. Zaten görüyor olmanın da görülüyor olmanın da kendi içinde mertebeleri vardır. Fakat bu bir lütuftur ve amelle derinleşme olmazsa olmaz.”
Burada bir soru akla gelebilir; buna kemal mertebesi diyeceksek, bu mertebeye ulaşmak için karşılaşılan dünyevi musibetlerin rolü nedir, ne kadardır? Ferdi hastalıkların, din uğruna katlanılan sıkıntıların mesela. Aklıma Süleymaniye Camii’nde verdiği sabır konulu vaazda söyledikleri geldi. Önce ayet meali: “Yoksa siz, Allah sizden mücahede edenlerle-etmeyenleri; sabır edenlerle-etmeyenleri imtihana tabii tutarak birbirinden ayırmadıkça cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz?” Ardından yukarıdaki soruya cevap olacak ve aynı zamanda sadece düne değil bugünlere ve yarınlara da ışık tutacak, Müslüman’a yol haritası olacak yorumları: “Demek ki siz defaatle eleneceksiniz; ehl-i dünya size musallat olacak, eleneceksiniz; ehl-i küfür size musallat olacak, eleneceksiniz; hastalıklar musallat olacak, eleneceksiniz, ikbal karşınıza çıkacak, belki hizmet ederseniz o ikbalden mahrum kalacaksınız; makam karşınıza çıkacak, dine sahip çıkarsanız belki o makamdan mahrum edecekler; siz dini duygu ve düşüncenizi ifade ettiğiniz zaman bir kısım makamlara getirilmeyeceksiniz; ama her şeye rağmen Allah diyecek ve yolunuza devam edeceksiniz.”
‘İHSAN MERTEBELERİ İÇİNDE NEREDE DURUYORUM?’
Devamı da var: “Musibetler karşısında eğilmeyeceksiniz, serfürû etmeyeceksiniz, ırgalanacak, yerinizden yurdunuzdan edilecek, belalarla iflahınız sökülecek, fakat yılgınlık göstermeyeceksiniz. Her şey bitecek, bir adım atacak takatiniz, imkânınız kalmayacak, şartlar aleyhinizde cereyan edecek, zaman aleyhinizde akacak fakat ye’se düşmeyecek, pes etmeyecek, dimdik duracak, avazınız çıktığı kadar Allah diyeceksiniz.”
Sonrasında bütün bu yorumlarını dayandırdığı temel; Allah’ın Rububiyetine razı olma. Evet bununla temellendirdi ve “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, Nebi olarak Hz. Muhammed’den razıyız” beyanına dayandırıyor Hocaefendi yaptığı tespitleri. Bunu da hepimizin bildiği ve sık sık söylediği kendi ifadelerinden takip edelim: “Musibetler karşısında darılmadan dayanmak, küsmeden ve gönül koymadan dişini sıkmak Rabb’in Uluhiyetine razı olduğun gibi Rububiyetine de razı olma demektir. Evet Ya Rabbi! Öyle yapıyoruz; Rububiyetine razı oluyoruz; din olarak İslam’ı bağrımıza basıyoruz; Peygamber olarak da Hz. Mu-hammed’den (sas) hoşnutuz. Rabb’im bizleri O’nunla haşr u neşr eylesin.”
Hiç şüpheniz olmasın, Uluhiyetine razı olduğumuz gibi Rububiyetine razı olarak sabırla mukabele gören musibetler insanın ihsan ufkuna ulaşmasında ibadetler kadar müspet rol oynayan kıymeti haizdir. Ama unutmayın, Allah’ı görüyor ve O’nun tarafından görülüyor olmanın adı olan ihsanın kendi içinde mertebeleri var. Mühim olan işte o mertebe. Herkes şu soruyu kendine sormalı; ihsan mertebeleri içinde nerede duruyorum?
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment