Kitabî cehalet, şifahî irfan örnekleri
Kurban Bayramı’nda Türkiye’den bir vesile ile gelen bir dostum bana demişti ki: “Ağabey. İyi ki bu süreç oldu. Dua etmesini öğrendik biz.” Yıllardır tanırım kendisini. İlahiyat mezunu. İyi bir aile babası. Namazı niyazı ile dini bütün bir insan. İbadet ü taat hayatında dikkatli. Kul hakkı konusunda çok titiz.
Pekala ona bunu dedirten ne? Dünkü duası ile bugünkü duası arasındaki fark. Bu farkı oluşturan sebep ise; onun dediği gibi belki de esbabın sukutu ile birlikte halini Müsebbibü’l-Esbab’a arz etmesi. Taklitten tahkike adım atması. Kültür Müslümanlığı durağını geçip hakiki Müslümanlık durağına doğru yürümesi. Iztırar halinde Rabb’e yönelmesi. Duada duanın mahiyetine uygun bir biçimde derinliğe ulaşması.
Korku olamaz mı? Onun için soruyorsanız olamaz. Çünkü durduğu yerde duruyor. Dün nerede ise bugün de orada. Hem de dimdik. Şunu kabulleniyorum; korku bu süreçte birçoklarının geri adım atmasına vesile oldu. Kur’an söylüyor bize bunu. İnsanı anlattığı yerde imtihan unsurlarını sayarken en başta korkuyu zikrediyor. Diyor ki: “And olsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (2/155)
Havuz medyasından bazıları yine çıkıp “Kur’an’da arkeolojik kazı” derler mi bilmiyorum. Diyebilirler, kendileri bilir. Sadece acırım bu düşüncede olanlara. Vahy anlayışındaki yanlışlığın göstergesidir bu zira. Batılılar gibi vahy’e bakmanın göstergesi. Ya da Mehmet Akif’in teşbihi içinde “Kur’an’ı duvara asılacak ya da ölülerin arkasında üflenecek bir kitap” gibi gördüklerinin ispatı. Batı, vahy’i tarihi bir olgu olarak kabul eder. Bizde ise vahy, her gün yeniden nazil olan bir olgudur. Tarih üstü ve evrensel olma özelliğidir bu bakış açısının altında yatan temel sebep. İşte bu ufku yakalayamayan, Müslüman da olsa Kur’an’ı duvara asar, çeyiz sandığına kilitler, ölülerin arkasından okur ama onu hayatına hayat kılmaz, kılamaz. Aksine bir tutum izleyip “Vahy bugün bana ne diyor diye?” anlama çabası içine girenlere “Arkeolojik kazı yapıyorsun.” diyerek akıllara zarar ithamlarda bulunur. Yâ selâm!
Her neyse. Geçtiğimiz günlerde 4 günlüğüne ülkemdeydim. Yakın aile çevresinden yıllardır görmediğim dostlara kadar birçok kişi ile oturup kalkma imkânım oldu. Söz hal hatır sormadan sonra hiç şüphesiz gündeme gelip takılıyor. “Ne olacak bu ülkenin hali?” sözün takıldığı noktayı özetleyen enfes bir deyim. Deyim diyorum çünkü bu soruyu çocukluğumda merhum Efkar Hasan’ın kahvesinde dedem ve arkadaşlarına Tercüman gazetesini hem de her gün okuduktan sonra onlardan duyardım. Spor sayfası hariç, pehlivan tefrikaları dahil satır satır okuttururlardı bana gazeteyi ve ardından “Ne olacak bu memleketin hali?” diyerek mütalaaya başlarlardı memleket meselelerini.
Saatlerce dinledim o insanları. Kendi düşüncelerini anlattılar. Halkın ne düşündüğünü, hadiselere nasıl baktıklarını söylediler. Hikâyelerini dile getirdiler. İktidar partisi yanlısı insanlar da vardı konuştuklarımın arasında. Parti yönetiminin nabzını iyi tutan insanlar. Birçok anekdotlar anlattılar. Hepsi de çok düşündürücü şeyler. Devlete, iktidar ve muhalefete bakış açısından dinî ve ahlakî değerleri kabul veya redde kadar uzayan birçok yönlerden tahliller yapılabilecek şeylerdi dinlediklerim.
Misallere geçmeden önce en çok dikkatimi çeken iki şeyi paylaşmak isterim. Bir; “17 Aralık’ı cemaat yaptı” safsatasının tarihin ender gördüğü ve göreceği propaganda taktikleri ile tabana mal olduğu. Korkunç bir algı operasyonu ile halka mal olan bu ön kabul cemaatten insanlarla karşılaşıldığında sohbet konusu oluyor. Yalnız aynı ölçüde bir başka kabul ise yolsuzluk iddialarının artık inkâr edilemeyişi. Montaj ve dublaj argümanlarının alıcısının olmadığı. İnkâr eden neredeyse yok. “Çalmadılar, çaldı diyenler iktidara iftira atıyor” diyenler, 30 Mart seçimleri öncesindeki kadar çok değil. Aksine tarihe mal olmuş o meşhur sözle “Çalmışlar, çalıyorlar ama çalışıyorlar.” diyorlar. İkincisi ise Ahmet Selim’in isimlendirmesi ile halkın “kitâbî cehaletle, şifahî irfan” arasında gelip giden düşünce, kanaat ve inanç dünyası.
Aşağıdaki misalleri okuyunca ne demek istediğim daha net anlaşılacak. İlk misal meşhur söz ekseninde. İktidara toz kondurmayan birisi cemaatle irtibatı olan arkadaşına cami çıkışı diyor ki: “Yapmayacaktınız! Ne güzel gidiyordu. Evet, inkar edilemez artık, çalıyorlar ama çalışıyorlar.” Bu kitabî cehalet. Hırsızlık dinen haram, hukuken suç ise, çalıyorlar ama çalışıyorlar hangi ayet, hadis, içtihat ve hangi kanun maddesi ile telif edilebilir ki?
“Bari bizimkiler yapsın” demek!
Buna muhatabın verdiği cevap ise şifahî irfan. Şapka çıkartırsınız cevabı duyunca. “İyi ama arkadaşım. Soruyu yanlış sormuyor musun? Hırsızlık haramsa haramdır. Suçsa suçtur. Çalıyorlar ama çalışıyorlar diyeceğine çalışmalı ama çalmamalılardı demen gerekmiyor mu? Fuhuş da hırsızlık gibi haram. O zaman fuhuş yapanlar hakkında şöyle mi diyeceğiz: Fuhuş yapıyorlar ama çalışıyorlar!”
Cevaben ne demiş diye merak etmiyorsunuz umarım. “Benim kızım Fatıma çalmaz” değil; “Fatıma dahi çalsa cezasını veririm” diyen Peygamber’in ümmeti olarak bu cevaba verilecek bir karşılık yok. Ama ben yine de söyleyeyim, donmuş kalmış o kişi ve kelime-i vahide sarf etmeden terk etmiş konuştukları mekânı.
İkinci misal; aynı eksen etrafında. Meleği şeytan, şeytanı melek görmenin çok ötesinde ilkenin, prensibin, kuralın yerle bir olması bir yana helalle haramın dahi unutulduğunun göstergesi “Çalmayan var mı? Her iktidar çalmış bugüne kadar, bundan sonra da çalınacak. Bari bizimkiler çalsın.” Bu kitabî cehalet örneğine karşılık verilen şifahî irfan cevabı insana bir kez daha şapka çıkarttırır: “Bu nasıl söz Allah aşkına? Bunun ‘Fuhuş bugüne kadar yapılmış, bugünden sonra da yapılacak. Bari fuhuşu bizimkiler yapsın’ demekten ne farkı var?”
‘Miden nasıl kaldırıyor?’
Üçüncü misal rüşvetin tanımı ile alâkalı. Hadiselerin çok sıcak yaşandığı 17 Aralık’ı takip eden dönemlerde hatırlarsanız “Devletin kasasından çıkıyor mu ona bak.” denilmişti. Rüşvet tanımı bu. Vicdanı tatmin ya da halka karşı meşruiyet kılıfı uydurmak için. Buna benzer bir tanımı bir başkası geliştirmiş ve demiş ki: “Para yurtdışına çıkmıyor, ülke sınırları içinde kalıyorsa rüşvet değildir. Çünkü sadece el değiştiriyor.” Bana sorarsanız bu da kitabî cehalet. Cevap ise yine şifahî irfanın ürünü. “Bu mantığa göre hırsızlık da helaldir. Senin evinden malını mülkünü çalan hırsıza da bir şey deme hakkın yok o zaman. Çünkü mal sadece el değiştiriyor, ev değiştiriyor, ülke sınırları içinde kalıyor!”
Son misal midenin kaldırması ile alâkalı. 10 aydır hiç hız kesmeden devam eden ve özellikle cemaate yapılan zulümler gündeme gelmiş bir oturumda. Hocaefendi’ye yapılan hakaretler, atılan iftiralar, ayyuka çıkan yalanlar, okullardan Bank Asya’ya ve nihayet Kimse Yok mu’ya yapılanlar konuşulmuş. Hiçbirini tasvip etmediğini söylemiş iktidar yanlısı tutumu ile bilinen kişi. Şifahî irfana bakın şimdi. Bunu duyan dostu ona: “İyi ama bana söylediğin bu kanaatini hiçbir yerde açıkça söylemedin. Yapılanlar yanlış demedin.” dememiş. Aksine demiş ki: “Şurada gözümüzün önünce savunmasız birisine iri yapılı bir başkası saldırsa ve bir tokat atsa, “Belki vardır bir meseleleri, aralarına girmeyelim” dersin. Ama ikinci, üçüncü, dördüncü tokat derken acımasızca dövmeye kalksa ne yaparsın? Savunmasız bir kişinin gözünün önünde dövülmesini miden kaldırır mı? Farkı yok ki be birader! Devlet imkânları ile bir topluluk toptan suçlu ilan edilip sürekli dövülüyor. Soruyorum; miden nasıl kaldırıyor?”
Aynı soruyu bir ilde iktidar partisi ile içli dışlı olan kişiye sordum. “Cemaate yapılanlar hiç konuşulmuyor? Görmezden geliniyor. Sadece milletvekilliği hesabı olanlar bazı konuşmalarında ‘paralel’ diyorlar. Kendilerini mecbur hissediyorlar.” cevabını aldım.
Siyaseti dönüştüreceğim diye iktidara gelenlerin siyaset tarafından dönüştürülmelerini seyretmek çok hazin.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment