Karacaahmet Mezarlığı’na dönmemek için
“Dünyadaki en büyük yoksulluk, dostsuz kalmaktır.” Alfded de Musset
Milli şairimiz M. Akif yolda rastladığı bir dostuna “nedir bu halin?” diye sorar. Aldığı cevap enteransandır: “vefa yokuşunu çıkarken yorumdum üstadım!” Zeki adam verilmek istenen mesajı anlamıştır. Hemen karşılık verir: “Ecdad, vefada yokuş mu bıraktı?”
Siz ne düşünürsünüz bilmem, okuduklarımız, dede ve ninelerimizden bizatihi dinlediklerimiz, hatta şimdilerde orta yaş ve sonrasını yaşayan bizlerin çocukluğumuzda bizatihi görüp yaşadığımız ortam “ecdadımızın vefada yokuş bırakmadığı” merkezinde. Ama gel gör ki, emanet bize geçti ve biz nasıl bir miras bırakıyoruz çocuklarımıza; işte bu nokta düşündürücü.
İkinci bir anektod meşhur nüktedân politikacı Merhum Osman Bölükbaşı’na ait. O politikanın-siyasetin değiştiren, dönüştüren, aldatan zemininde çok dolaştığı için mi böyle söyledi bilemiyorum ama söylediği söz çalışma arkadaşları başta yakın çevresinden gördüğü vefasızlığı dile getiriyor: “Göğsüm Karacaahmet Mezarlığı’na döndü.”
Bu iki anektodu şimdilik bir yere koyun ve ben vefa-vefasızlık ekseninde konuya gireyim. Amerika’da hem dini hem de etnik köken itibariyle azınlık olarak yaşayan bizlerin en çok dert yandığı ve yakındığı bir olgu haline geldi vefasızlık. Halbuki 30-40 yıl önce böyle değilmiş. Bir Türk’ün daimi yaşama amacıyla Amerika’ya geleceğini haber alan yerleşik Türkler konvoylar halinde karşılarlarmış JFK havaalanından hemşehrilerini. Hemşehri deyince illa aynı şehirden aynı köyden olması gerekmiyormuş gelenin; Anadolu’nun herhangi bir yerinden yani Türkiyeli olması yetiyormuş. 12 yıl önce New Jersey’e geldiğimde defalarca ve başka başka ağızlardan dinledim ben bu hikayeleri.
Zamanı geriye doğru sarayım ve kendi müşahedelerimi söyleyeyim şimdi de; 10 yıl önce de böyle değildi bizim Türkiyeli hemşehriler olarak karşılıklı münasebetlerimiz. Mesela ben, neredeyse ‘yes’ ve ‘no’ dan ibaret İngilizcemle 12 yıl önce New Jersey’e geldiğimde havaalanında karşılanmamdan ev tutmama, araba almama, ehliyetimi değiştirmemden bankada hesap açmama, çocuklarımı okula kaydettirmeye, veli toplantısına, kısacası çevreyi bütünüyle tanımama kadar hayata başlangıç sayılabilecek her türlü temel ihtiyaç için bir kişi zimmetlemişlerdi bana ve ben “tamam; artık kendi ayaklarım üzerinde durabilirim” deyinceye kadar gölge gibi takip etti beni, sonradan can ciğer dostum olan o arkadaş.
Kimdi o arkadaş, kimdi onu bana zimmetleyen? Resmi bir organizasyon mu vardı? Hayır; buradaki yerleşik Türkiyelilerdi bunu yapan. Bizim yaşayacağımız yabancılığı yıllar öncesinden yaşayanlar. Daha doğru bir yaklaşımla birilerinin tecrübesi diğerlerinin ihtiyacı ile birleşmiş ve karşımıza böyle bir tablo çıkmıştı.
Pekala ya şimdi? Okuduğunuz yazının kaleme alınış gerekçesini de zaten bu soru ve cevabı oluşturuyor; ya şimdi? Şimdi “eski çamlar bardak oldu!” Artık ne 30-40 yıl öncesinin konvoylar halinde karşılaması, ne de gelene “hoş geldin” ziyaretinin dışına çıkan onun her şeyi ile ilgilenme, neredeyse yok gibi. Şikayetler bu merkezde. Tespitler, müşahedeler bunu şikayetleri maalesef doğruluyor.
Neden ve ne yapılabilir? Önce neden sorusuna cevap vermeye çalışacağım hem de konuyu dağıtma pahasına. İlber Ortaylı’nın konuya ilgi duyan herkesin okumasını tavsiye edeceğim “Osmanlı Toplumda Aile” adlı kitabından bazı tespitlerle başlayayım cevaba.
Hane, mahalle ve köy ekseninde Osmanlı ailesini tanıttığı mezkur eserinde İlber Hoca’nın tespiti şu: Etnik ve dini ayrılıklara rağmen 19. yüzyılın neredeyse ikinci yarısının başlangıcına kadar Osmanlı toplumunun yaşam ve aile yapısında, akrabalık ilişkilerinde derin bir ayrılık vardır kanaati yanlıştır. Farklılık yok mu; elbette var var ama bu var’ın dayanmış olduğu temel etnik veya dini ayrılık değil aksine “dini olmaktan çok bölgesel, etnik olmaktan çok coğrafidir.” Bunun manası açık, ister Ermeni, Kürt, Boşnak, Arnavut ister Hristiyan, Yahudi, Müslüman vb. mimari yapılarından müzik tercihlerine, bahçe dizaynlarından yemek kültürlerine kadar ayniyet derecesine varan ciddi bir benzeşim içinde Osmanlı toplumunda yaşayan insanlar. Kılık-kıyafet ayrımı, gayri müslimlerin ayrı mahallelerde oturması, vergi sistemindeki farklılık hatta bugün hakaret olarak değerlendirdiğimiz “kefere” isimlendirmesine rağmen görülen manzara bu. Nitekim Türk sanat müziğimizin bazı olumsuz eserlerinin Ermeni bestekârlara ait olması, Ramazan eğlencelerinde Ermenilerin hakim rol oynaması bu tespite temel dayanak olabilecek müşahhas örnekler.
Nasıl olmuş bu? Etnik ve dini farklılığa rağmen herkese tanınan özgürlük, yabancılık çekmeme adına hakim kültüre benzeme arzusu veya hakim kültürün dayanılmaz cazibesi bu neticeyi vermiş. İlber Hoca “millet sistemi” diye kestirmeden cevap veriyor buna.
Daha fazla uzatmadan ‘neden?’ sorusuna cevap aradığımız yerde neden Osmanlı aile yapısına intikal ettiğimi anlatayım; bizler bugün, Amerika’da sanki aynı süreci yaşıyoruz da ondan. Dini, etnik, kültürel farklılığımıza amenna ama içinde yaşadığımız özgürlük ortamı, hakim kültür unsuruna benzemeye doğru evrilen süreç-ki ikinci ve üçüncü nesillerde daha çok görülüyor-, zamanın arkasından koşmamız, kendi değerlerimize şuurluca vakıf olmayışımız ve dolayısıyla sahiplen/e/meyişimiz ve benzeri sebepler bizim son tahlilde ağır ağır da olsa ‘melting pot’ içinde erimemize sebebiyet veriyor.
Yoksa dün ile bugün arasında değişen ciddi bir şey yok. Dün de Turkiye’den gelen Anadolu insanıydı, günün de gelen Anadolu insanı. Dün de burada onları karşılayanlar daha önceden Amerika’ya gelmiş ve düzenini oturtmuş insanlardı, bugün de öyle. Dün de yeni gelenler çevreyi tanıyacağı ana kadar yardıma ve himayeye muhtaç kişilerdi, bugün de öyle. Eee, bütün bu değişmeyenlere rağmen değişen ne? Elbette ve hiç şüphesiz biziz. Hatta ilave bir şey söyleyeyim; bugün haklı olarak kendilerine sahip çıkılmamaktan şikayet edenlerin yarın aynı yerde olmayacaklarını da kimse garanti edemez. Sanki determinizme hak verdirecek ölçüde devam edegelen bir süreç bu. Eşyanın tabiatı desek bilmem yanılmış olur muyuz?
Pekala çözüm ne? Yazının başlığında ifade ettiğim gibi göğsümüzün Karacaahmet mezarlığına dönmemesi için, vefa’yı İstanbul’daki “Vefa” semtine has kılıp yaşanan bir değer haline getirmek için neler yapabiliriz?
İsterseniz bunu da bir sonraki yazıda ele alalım.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment