İsraf sarayında iftar ve İhsan Yılmaz!
İhsan Yılmaz Bey’i uzun yıllardır tanırım. Eskilerin tabiriyle âteşîn bir insan. Cevval. Hareketli.
Dur durak bilmeyen ve hiç bitmeyen enerjisi ile kabına sığmayan birisi. Ve heyecanlı. Heyecanlı olması rasyonel aklın gereklerini dışlaması manasına gelmiyor. Dışlamıyor da. En heyecanlı olduğu zamanlarda dahi konuştuğu ve yazdığı düşüncelere bakın, rasyonel aklı ve onun izlerini görebilirsiniz. Bu bağlamda aldığı talim ve terbiyenin rolü olduğu muhakkak. Vatan sevgisine kimse bir şey diyemez. Dini duyarlılığı müsellem. Derinliğini elbette Allah bilir.
Göğsünü gere gere yanlışa yanlış diyen ve bu uğurda bedel ödenecekse ödemeye de hazır olduğunu ilan eden ilkeli bir insan. İngiltere’de yaptığı doktora çalışmasından sonra döndüğü Türkiye’de ismi akademik alanda yaptığı çalışmalar ve özellikle Gezi ile başlayan süreçte medyanın da yardımıyla kamuda duyulmaya başlandı. TV programlarına çıktı; gazetelere röportajlar verdi ve şimdilerde de Today’s Zaman’ın yanında Meydan Gazetesi’nde yazıyor.
Geçen hafta iki yazısı yayımlandı üst üste Meydan’da. Her ikisinin konusu, Cumhurbaşkanı’nın israf sarayında Diyanet İşleri Başkanı ve bazı akademisyen din adamlarına verdiği iftar yemeği. Masanın büyüklüğünden, iade-i itibar için iade edil/e/meyen Mercedes’e kadar çok yoğun tartışma konusu oldu medyada. Sofraya yapılan masraf, israf sarayına en çok dokunan noktaydı sanırım. Çünkü bizzat Cumhurbaşkanı çıktı, iftar için yapılan toplam masrafın 240 değil 5 bin TL olduğunu söylemek zorunda kaldı. Yetkililer kalem kalem masrafların çizelgelerini yayınladılar. Vakıa bu da “Demek ki hesap verilebiliyormuş, eğer belgeleri olsa 17-25 yolsuzluklarında da verilebilir.” türünden ayrı bir tartışmalara kapı araladı.
Her neyse, İhsan Bey kendine göre farklı bir perspektif aralığından bakmış meseleye. Başlıklarını vereyim, ne demek istediğim daha net anlaşılsın. “Ulema nakliyatın kaç-ak sarayda çöküşü” ve “Google Hoca bizim ulema mı?” Başlıklardan da tahmin edeceğiniz üzere israf sarayında Cumhurbaşkanı’nın iftar davetine katılan alimleri ve merkeze aldığı yazılar bunlar. Devletin çivisinin çıkartıldığı süreçte sayıları az da olsa geleneksel ulemanın rolünü oynamayan din adamlarını mukayese ediyor; Cumhuriyet tarihindeki din adamı portresinde köylülük ve şehirliliği ön plana çıkartan ufuk açıcı tahlil ve değerlendirmelerde bulunuyor.
Mezkur iki yazıda şahsen benim yazara katılmadığım iki nokta var. Yaptığı tahliller sonucu ortaya koyduğu eleştirel düşüncelere değil, büyük ölçüde üsluba. Hukukun en temel kaidesidir; “Usul esastan önce gelir.” Günümüzde buna bir de üslubu ilave ediyorlar. Dolayısıyla daha esasa gelmeden önce usulün ve üslubun ilmi ve tecrübî kabuller üzerine kurulu tabana oturması lazımdır ki eleştiriler yıkıcı değil yapıcı bir form kazansın ve sonuç alınsın.
1- Şahıslar ve şahısların size göre yanlışlıkları üzerinden değerlendirmeler yaparken, o şahısların ait olduğu kuruma ve geleneğe karşı daha dikkatli bir dil kullanılması; genellemeci, heptenci ve toptancı bir yaklaşım sergilenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Din adamı derken bütün din adamlarını, ilahiyat fakültesinde akademisyen derken aynı kategorideki bütün akademisyenleri içine alacak bir dil hem hakikate muhalif hem de öyle düşünmeyen insanları -velev ki bir kişi bile olsa- incitici ve dışlayıcı olur. Bu da yüzde yüz haklı bile olunsa ortaya konan düşüncenin reddine kapı aralar.
2- Yazılarına başlık olarak konan “Ulema Nakliyat” ve “Google Hoca” aynı çerçevede çoklarını rahatsız eden veya edecek olan benzetmelerdir. Doğrudur, erken dönemlerdeki düşünce cevvaliyetini kaybettiğimiz günlerden bugüne nakilcilik esas olmuştur bizde. İslam dünyasının siyasî, hukukî, iktisadî, ahlakî ve dinî alanlarda bugünkü pür-melâl halinde nakilciliğin çok büyük rolü vardır. Fakat İslami ilimler ve İslam alimleri için bu tespit yapılırken, sair ilim dallarında da aynı manzaranın var olduğu gerçeği nazardan dur edilmemelidir. Başka bir ifadeyle, asırlardan beri fıkıhta, hadiste, tefsirde çağın idrakine İslam’ı okutacak özgün eserler yazılamamıştır; üretilmiş düşünceler yenilenememiştir, klasik dönem eserlerle boy ölçüşecek, kütüphane raflarında onlarla yan yana, sırt sırta duracak devâsâ ürünler çıkmamıştır ama eğri oturup doğru konuşalım başka ilim dallarında neredeyiz?
Kaldı ki yazarın eleştirel bir dille dile getirdiği şerh ve haşiye -ki bazıları buna edebiyat diyor maalesef!- sosyal hayatın durağanlığı içinde mutlak müçtehitler dönemindeki yeni içtihatlar gibi fonksiyon icra etmiş, toplum ve devlet hayatındaki nice tıkanıklıkların önünü açmıştır. Fakat bu ayrı bir fasıl.
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment