İnanın bana…
Bir dostumla beraberim. 8 aylık bir aradan sonra başlayan sohbetleri konuşuyoruz. Muhtevadan hareketle değerlendirmeler yapıyoruz. Bir yere geldik; sesi titrek bir hal aldı.
Gözlerimi gözlerine dikerek baktım, hislenmişti. Dokunsak ağlayacak bir hale gelmişti. “Çok dokundu bana” dedi ve saldı kendini. Hiç böyle düşünmemiştim. Ben de dinledim o sohbeti; hem de üst üste iki defa. Ama inanın bana, dikkatimi çekmedi. Onun hissettiğini hissetmedim.
Aradan iki gün geçti. Bu defa yatsı sonrası 10-15 insanın yer aldığı salonda yakın gelecekle alakalı düşüncelerini anlatıyordu. Kendiliğinden başladığı konuşmada araya giren bir-iki kişinin soruları farklı bir noktaya taşıdı sözü. Tahmin dilinin ötesinde kesin ve keskin ifadelerle sorulara cevap veriyordu. Yakın gelecek adına bir tablo resmediyordu. Resmedilen bu tablonun bugünkü mevcut tablo ile hiç alakası yok. Mevcut ne kadar karanlıksa, öbürü o kadar aydınlık. İşte bu tabloyu aralara koyduğu noktalı virgüllerle uzun uzun anlatırken bir ara “inanın bana” dedi.
Bu iki kelimelik mana yüklü cümle, beni 2 gün önce yaşadığım ortama götürdü. Orada kendimi salamamıştım, burada saldım. Yüzümü saklayabildiğim ölçüde herkesten saklayıp gözyaşlarımı sinemin, sadrımın derinliklerine doğru akıttım. Zira Hocaefendi’nin ses tonunda sağır kulakların dahi duyduğu güvenin emaresi olan vurgu adeta bir ok olup kalbime isabet etmişti. Sanki biz inanmıyorduk da, inandırmak için yapılan bir vurguydu bu; inanın bana.
Hz. Ebu Bekir aklıma geldi tam o anda. Malum Efendimiz’in (sas) miraca çıktığını kendisine bildiren müşriklerdi. Müşrikler Efendimiz’in (sas) Kudüs’e oradan öteler ötesine seyahat yaptığını anlatıyorlardı Hz. Ebu Bekir’e; hem de alaycı bir dille. Amaçları onu gittiği yoldan geri çevirme. Bir fırsattı onlar için bu. Ebu Bekir (ra) yürüdüğü yolda yar-ı vefadârını yolda bırakırsa, başkaları da bırakırdı. Bir kişi, bir kişidir. Küfür cephesi bir kişi kazanırdı. Hele bu bir kişi Hz. Ebu Bekir olursa İslam cephesinde moraller altüst olurdu. Gidilen yolun doğruluğu sorgulanırdı.
İmanın sihirli ve büyülü dünyasına vâkıf olmadıkları için akıllarına sıkıştıramadıkları bu hadise hakkında ne düşündüğünü sordular. Aslında demeye çalıştıkları şey açıktı: “Hâlâ bu adamın arkasından gitmeye devam mı edeceksin?” Onların adam dediği İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sas) canlar kurban.
Müşriklerde heyecan zirvede. Onlar için yolların ayırım noktası ama Hz. Ebu Bekir için değil. O kararını bu yola girerken vermiş. Geriye dönmeyi döneklik olarak baştan kabullenmiş. Yalnız küçük bir pürüz var. O da haberin doğruluğu. Düşmanın söylediği bu haberin tahkike ihtiyacı var. Belki de yalan söylüyorlar. Belki de manipüle ediyorlar. Onun için bir soru soruyor. “Bunu o mu söylüyor?” Bilmem ama kuvvetle muhtemel şüpheye düşürdük diye algıladılar bu soruyu müşrikler. Sevindiler. Hedefe bir adım kaldı diye düşündüler ve kendilerinden emin bir şekilde “Evet, bunu o söylüyor” dediler. Bu cevabı aldığı anda Hz. Ebu Bekir için mesele bitmişti. Madem o söylüyordu; öyleyse doğruydu. Müşriklerin hevesini kursaklarında bırakan, heyecan ve helecanlarını bir anda söndüren ve daha da ötesi kendisini sıddıkiyet makamına çıkartan o sözü söyledi: “O söylüyorsa doğrudur.”
Hocaefendi’nin “inanın bana” vurgusunun beni zihnen götürdüğü bu hadiseden hareketle sakın ola ki Hocaefendi’yi peygamber yerine koyuyor falan demeyin. Havuzda havuzun sağladığı imkanlar içinde boğulup kalanlar diyebilir ve ihtimal diyeceklerdir de. Arapların dediği gibi ‘Ya selam!’ derim onlara. Son tahlilde bir teşbih yapmıyorum. Teşbihin müşebbeh, müşebbeh bih, edatü’t teşbih ve vechu’ş-şebeh unsurlarının varlığı veya yokluğu ile nerede durduğunu da biliyorum. Yaptığım şey, o vurgunun beni zihnen götürdüğü yeri anlatıyor ve paylaşıyorum.
Şu izahı da yapıp anlattıklarına geçeyim; “inanın bana” vurgusundaki “inanma” itikadî bağlamda “iman” veya “inanç” manasında inanma değil. Karıştırmamak lazım. Buradaki inanma Üstad’ın “tahayyül, tasavvur, taakkul, idrak, iz’an, iltizam ve itikad” sıralaması ile anlattığı düşüncenin veya kanaatin son safhasında yer alan itikad. Sahih bilginin, insan fıtratının, eşyanın tabiatının, tarihin seyrinin insanı sürüklediği yer. İzahı uzun sürer…
Pekala ne diyor Hocaefendi? “Hesabını veremeyeceğimiz bir şeyimiz olmadan öteye gitmemiz lazım. Birileri kamunun hakkına girerek, devlet imkanlarını kullanarak villalar elde etmişler. Varsın onun arkasından koşanlar koşadursunlar; siz onların hepsini elinizin tersiyle itin. “Bana Allah’ım gerek!” deyin. “Cennet dedikleri üç beş huri, üç beş gılman, üç beş villa, üç beş tane köşk. Sen onları isteyene ver, bana Seni gerek Seni!” deyin ve yolunda böyle yürüyün. Birileri hile’de, hud’a da profesyonel olmuşlar. Siz doğrudan ayrılmamaya bakın.”
Duraksamadan devam etti Hocaefendi kısa ve net cümlelerle konuşmasına. “Çok buudlu düşünmeliyiz. İstihkakımız demeliyiz mesela. “Nasılsanız öyle idare olursunuz” diyor hadiste Efendimiz (sas). Ama olan bitenlerle alakalı bilgilendirmeye de devam etmeliyiz. Üzeri kapatılan hak ve hakikatlerin halkımız tarafından görünmesi için anlatmalıyız.
Bir de bunlara değil kendimize bakmalıyız. Dün geçti muhabbet arasında: “Aleykum enfusekum; La yedurrukum men dalle izehtedeytum.” Kendinize bakın. Başkalarının dalaleti değil, sizin inhiraflarınız size zarar verir. Çok şeyler öğrendik bu süreçte. Öğrendiklerimize, kazandıklarımıza bakın. Trilyonlarımız olsaydı ve verseydik o trilyonları, bu süreçte öğrendiklerimiz kadar bilgiye sahip olamazdık. Şunu da unutmayın; yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. İnanın bana.”
Günün yorgunluğu üzerindeydi. Bayram seyran demeden hem de her gün talebelerine ders okutmakla başlayan günlük hayatı kendisini yormuştu. Nasıl yorulmasın ki? Hadiselerin ağırlığı, hassasiyet eşiğinin düşüklüğü başka hiçbir şey yapmasa bile Hocaefendi gibi bir insanı nasıl yormaz ki? Tevfiznâme’den bir kıta okudu içli bir eda ile. “Hakk’ın olicek işler/ Ol hikmetini işler/ Boştur gam u teşvişler/ Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler.”
Yazıyı tamamlamak üzere iken 407 No’lu nağme yayınlandı. “Medrese-i Yusufiye’de olanlara binler selam olsun…” başlığını alan ve bu sözlerle biten sohbet. Sürecin başlangıcında “az sabır edin. Her şey açığa çıkacak. O zaman gelip özür dileyecekler” tespiti ile gösterdiği kendinden emin duruşu aynıyla görebileceğiniz beyanlar. Bakın ne diyor: “… E şimdi demek ki bir sürü Yusuf’u Allah, Medrese-i Yusufiye’ye koydu. Onları Yusuflaştırdı. Bir gün geldiğinde melik onlara sahip çıkacak ve bir gün geldiğinde Zeliha ‘o kusuru ben yapmıştım, o haltı ben karıştırmıştım, onlar afifti’ Allah dedirtecektir bunu…”
Neyse yerim bitti, ben de bitireyim. Şöyle bir karıştırdım son dönemde aldığım notları. “İnanın bana” yalnız değilmiş. Farklı sohbetlerde farklı vesilelerle şunları da söylemiş: “Fakat inanın… inanın …ve Fakir’e inanın burada… Allah sizi yüzüstü düşürmeyecektir, inanın buna.”
No Comments
Only registered users can comment.
Let me tell You a sad story ! There are no comments yet, but You can be first one to comment this article.
Write a comment