Ey aklı selim! Ey devlet aklı! Geldiysen üç defa kapıya vur! İçerideyim!
1989 Ramazan öncesi. Çiçeği burnunda Manisa Ahmetli vaiziyim. Vaizlikte ilk Ramazan’ım. İdeallerim var Ramazan ayını değerlendirmek adına. Şehirdeki programın ötesinde köylere ziyaret adına neredeyse bütün planlarım hazır. İl müftüsü geçici görevli olarak yurtdışına gideceksin dedi telefonla. Hayır deyip diretince Manisa’ya çağırdı: ‘Bir çok görevli yurt dışına gidebilmek için milletvekillerini torpil yapması için devreye koyarken sen neden gitmek istemiyorsun?’ sorusunu sordu hem de sert bir dille. Anlattım planlarımı. Hayır dedi ve 254 Diyanet görevlisi bir uçakta Almanya’ya gittik.
Yola çıkmadan önce Ankara’da bir günlük seminer verdiler. Seminerde dönemin Başkanı Said Yazıcıoğlu konuşma yaptı. Fakülteden Hocam. Kelam derslerimize girmişti. Hiç unutmuyorum, gideceğimiz Avrupa şehirlerinde Türkiye insanının bölünmüşlüğü ve parçalanmışlığını veciz bir dille anlattı. DİTİB, Süleymancılar, Cemalettin Kaplan’cılar, Milli Görüşçüler, Ülkücüler, M.Serdar Çelebi’ciler vs. Bu netlikte ilk defa duyduğum için adeta şok geçirdim. En büyük şoku ise “Birbirlerinin camilerine gitmediklerini” duyunca yaşadım. Şaşkınlığım üzerimdeyken birden Başkanın “Ama siz devletsiniz. Devlet anadır, devlet babadır. Bütün yavrularını bağrına basar. Yanınıza görev yaptığınız caminin dernek yetkililerini alarak hepsinin camilerine gidecek, bir vakit bile olsa onların arkasında namaz kılacak, teravih sonrası ise çaylarını-kahvelerini içeceksiniz” sözlerini duydum ve rahatladım.
Siz olsanız ne yaparsınız? Çalıştığınız kurumun başkanı size böyle bir emir veriyor, görev yüklüyor. Gittiğimde önce manzaraya baktım. Aynen Başkanın anlattığı gibiydi. Sonra teker teker ziyaret ettim. Bazı camilere bir kişi ile gittim, çünkü dernek yöneticilerini ikna edemedim. Sonra mi? Garip ama söyleyeyim; sonra bu faaliyetlerimden dolayı sorgulama geçirdim ve Türkiye’ye dönerken Köln havaalanında hakkımda Ankara’ya menfi rapor yazıldığını açıkça ifade ettiler. Her neyse geldi ve geçti. Güzel günlerdi. Bugün gitsem yine aynı şeyi yapardım. Pişman değilim. Üzerime düşen görevi yapmıştım.
Bu hatıra nereden mi çıktı? Yıl 2015. Aradan 26 yıl geçmiş. Çeyrek asır. ABD’de 1989 Avrupa’daki Türkiye kökenli Müslümanların parçalanmışlığına bizi sürükleyecek bir adım atıldı bir kaç gün önce. işte o adım götürdü beni 26 yıl öncesine.
Haberin detaylarını okursunuz. Manhattan’da “gölge hükümete hayır” başlığı ile dağıtılan ilanlara göre cemaate yönelik bir protesto gösterisi yapıldı ve bu gösteriye Cuma namazı çıkışı gerek broşür dağıtılarak gerekse gösteri günü toplanma merkezi yapılıp otobüsler kaldırılarak camiler işin içine sokuldu. Ben bu aşamada sapla samanın birbirine karıştırmaması gerektiğine inanıyorum.Onun için yazımda ele alacağım konunun net anlaşılması için hadisenin hangi tarafı ile ilgilendiğimi bir kez daha tekrar etmek istiyorum. Şahsen ben hadiseye Türkiye’de cereyan eden ve kamuoyuna cemaat-hükümet, cemaat-AKP, cemaat-devlet savaşı şeklinde yansıtılan hadiselerin siyasi muhtevasına değil; bu hadiselerin ülkemizden on bin km uzakta yer alan ABD’de fikir özgürlüğü kapsamı içinde protesto edilmesine değil; protestolara konu edilen şeylerin doğruluğu-yanlışlığına da değil; bu siyasi protestoda camilerin kullanılması zaviyesinden bakıyorum. Bu bir.
İki, protesto Türkiye’de olsaydı şaşırmazdım; zira uzaktan izleyebildiğimiz kadarıyla Diyanet İşlerinin bir yıldır devam eden süreçte almış olduğu pozisyon belli. Yaptıkları, yapmadıkları veya yapamadıkları açıklamalar ve bunlara bağlı olarak Diyanet İşleri Teşkilatındaki bazı görevlilerin tavır ve tutumları herkesin malumu. Yerel ve Cumhurbaşkanı başkanlığı seçimleri öncesinde gazete ve TV’lere konu olmasından da biliyoruz ki özellikle Avrupa’da bazı camiler AKP seçim karargahı gibi kullanılmış. Ama bu yaklaşımın ABD’ye taşınması beni bir kaç açıdan şaşırttı.
Birincisi; Diyanet’in yani devletin zaten bir avuç Türkiye Müslümanı olarak yaşadığımız bu ülkede siyasi aktör gibi taraftar bir tutum izlemesi bizi birbirimize düşürür. Başka bir ifadeyle Türkiye’de yaşanan Müslümanlar arasındaki kırılma buraya da taşınır ki şu ana kadar ferdi bazı hadiseler hariç böyle bir kırılmaya şahit olmamıştık. Almanya hatıramı anlatmamım nedeni de bu. Burada Said Yazıcıoğlu’nun teşbihi içinde ana olan, baba olan devletin ve tabi ki onun temsilcisi olan Din İşleri müşavir ve ataşeliği dahil elçilik ve alt birimlerinin ayırım yapması, çatışmayı körükleyici taraftar bir konumda hareket etmemesi beklenir. Yoksa 1989 Avrupa’sına döneriz. Dolayısıyla neresinden bakarsanız bakın getiri ve götürüleri hiç hesaba katılmadan yapılan sorumsuzca bir tutum olarak görürüm camilerin böylesi bir eylemde kullanılması ve kullandırılmasını.
İkincisi; dünya genelinde Müslümanların terörizm hususundaki menfi itibarları ve bazı başka etnik kökene mensup radikal grupların camileri bir üs gibi kullanmasından dolayı zaten iç güvenlik teşkilatları camileri çok sıkı denetim altında tutuyor. Bildiğim kadarıyla Kuzey New Jersey Paterson’daki Ulucami, Brooklyn’deki Eyüp Sultan Cami bu açıdan sicili temiz camiler. Malum Hristiyanlıkta mezhebe aidiyet aynı zamanda o mezhebin kilisesine ait olma şeklinde de ifade edilir ve tanışmanız esnasında söz dine gelirse ‘Which mosque do you belong to; hangi camiye mensupsun?’ diye sorarlar. Bir Müslüman için anlamı olmayan bir soru bu. Ama söz konusu sorunun Hıristiyanlıkta oturduğu bu temelden ve Ulucami’nin de biraz önce ifade ettiğim gibi radikalizm, terörizm konusundaki temiz sicilinden dolayı eğer bu soruya muhatap olursam İslam ve Hristiyanlıktaki farkı anlatma yerine kestirmeden ve göğsümü gere gere “I belong to Ulucami in Paterson NJ; ben New Jersey Paterson’deki Ulucami’ye aitim” diyordum.
Açık ifade edeyim, bundan sonra zor derim. Neden? Çünkü bu ülke, camilerin siyasete alet edilmesinin tarihçesine de bakarak şunu söylüyor; radikalizmin ilk adımında camilerin siyasete alet edilmesi vardır. Vaazların, hutbelerin, kursların vs denetim altında tutulmasının asıl nedeni budur.
Camiye siyasetin karışması, peşinden radikalizmi getirir mi? Bizler gerek ABD’de yaşayan Türkiye insanının genel Müslümanlık yorumuna, gerek nüfusumuzun azlığından dolayı sık dokulu münasebetlerimize nedeniyle birbirimizi çok iyi tanımamıza bakarak Ulucami veya Eyüp Sultan camilerinin müdavimleri olarak bu soruyu “kesinlikle hayır” diyerek cevaplandırırız. Ama güvenlik teşkilatlarının meseleye bu safhadan sonra ayni gözlükle bakacağını düşünmüyorum. Nedenini yukarıda izaha çalıştım; siyaset radikalizmi peşinden sürüklüyor. ABD’deki örnekleri meydanda.
Simdi burada asıl soru şu; ben ne yapacağım? Bundan sonra gönül rahatlığı içinde “I belong to Ulucami” diyemeyeceğini söyleyen bir insan olarak daha net cevabımı vereyim, fırsatını bulduğumda vakit namazları, yurt içi ve dışı seyahatlerim olmadığı zamanlarda da her halükarda Cuma, teravih ve bayram namazları için gittiğim Ulucami’ye bundan sonra aynı gönül rahatlığı içinde gidemem. Gerekçem şu basit cümle: ‘Ne diye ağrımaz başımı ağrıtayım!’ Ya takip ediliyorsam! Ya arabamın plakası alınıyorsa!’ 11 Eylül sonrası yaşadık biz bunları. Dolayısıyla camileri siyasete alet etme kararını büyükelçi, konsolos, din işleri müşaviri, ataşesi, cami imamı veya dernek yöneticileri kim verdiyse tek kelime ile yanlış yapmıştır ve bu karar cami cemaatinin huzurunu bundan sonra zedeleyecek ve belki onları başka arayışlar içine sokacaktır.
Bir hatıra daha; yaklaşık 7-8 yıl önceydi. Clifton’da bir cami açılması gündeminin istişarî bağlamda konuşulduğu bir ortama ben de davetliydim. Bina, para vs. hemen her şey hazırdı. Fiziki açıdan hemen her şeyin neredeyse hazır olduğunu görünce ‘Ben de imamlık yaparım’ dedim şaka yollu. Karar hayır çıktı. Gerekçesi sağduyulu yaklaşımın örneği; fitne çıkmasın. Zaten az bir nüfusa sahibiz. Ulucami vakit namazlarında dolmuyor. Cuma’ları için kafi ve yeterli. Bu aşamada yeni bir cami birlikteliğimizi bozar.
Üç; dünya bu protestonun yapıldığı gün (11 Ocak 2015) Paris’teki hunharca, vahşice yapılan terörist saldırıyı konuşuyordu. 1,5 milyon insan onlarca devlet başkanının da katıldığı yürüyüşle terörizmi lanetliyordu. Keşke biz de bugün büyükelçimizin, konsolosluğumuzun, din işleri müşaviri ve ataşemizin, cami imamlarımızın, cami dernek yöneticilerimizin yönlendirilmesi ile Manhattan sokaklarında teröre lanet mitingleri ve yürüyüşleri yapsaydık. Enerjimizi inancımız istikametinde, yerel ve global seviyede bizlere faydalı dönüşümleri olacak aktivitelere harcasaydık. Haberlere yansıyan şekliyle Diyanet İşleri teşkilatının öncülüğünde Almanya’da bu yapılmış. Burada da biz yapsaydık.
Ey akl-ı selim! Ey devlet aklı! Geldiyse üç defa kapıya vur! İçerideyim.
1 Comment
Only registered users can comment.
Hiç bu açıdan bakmamıştım. Ahmet Kurucan hocamız meseleyi ariz ve amik anlatmış. Aklı selim galip gelip devlet-siyaset camiden çekilse keşke. Yoksa sonumuz hayırlı gözükmüyor.